Şeytan tırnağı kumaşa takıldığında, montunun cebinde sakladığı elini acıyla geri çekti. Bir damla koyu kırmızı kan, işaret parmağının köşesinden usulca belirdi. Midesi bulandı, gözlerinin önündeki kara perde bir türlü çekilmek bilmedi. Kırmızı konversli sarı saçlı kızın, kâküllerini kulağının arkasında toplayışını; sigarasını son bir kez daha dudaklarına götüren yaşlı adamın, izmaritini denize fırlatışını ve yağmur bulutlarının kış güneşinin önünde umarsızca devinişini göremedi. Sarı saçlı kız yolun karşısına geçtiğinde, boğazdan geçmekte olan İran flamalı geminin, dalgaları yarıp geçişini nihayet izleyebildi. Ayağa kalktı, Kuşkonmaz Camii’ne doğru yürüdü. Elini tutan annesine “Bunlar da insan karıncaları. Diil mi anne?” dediğini işitti küçük kız çocuğunun. Yoluna devam etti, sorunun yanıtını umursamadı. Otobüse bindi, oturdu. Başını henüz yaslamışken, cama birkaç yağmur damlası düştü. Yol boyu buğulu, ıslak camın ardından tabela ve reklam afişlerini okudu. Polis merkezini görünce yanındaki yolcudan müsaade aldı ve indi. Yağmur ve ıslak toprak kokan havayı ciğerlerine doldurdu. Karakolun arkasındaki ufak parka yürüdü. Sırılsıklam vaziyette iki genç, oturdukları banktan ayrıldı. Avuçları arasında biri turuncu diğeri alacalı iki japon balığının bulunduğu küçükçe bir fanus taşıyan kız, sevgilisine gülümsedi.
Saat gecenin onuydu. Adam, şeytan tırnağını çekti ve kopardı. Koyu kırmızı kan çabucak yağmura karıştı. Başını kaldırdı ve siyah bir perdenin ardındaki gözleri, kapkara gökyüzünü seyretti. Bazı şeyleri göremedi, çoğunu ise hiç önemsemedi.