Herhangi bir ara sokakta nereye gittiğini bilmeyen bir kadının kafasını kurcalıyordu bu soru. Hem de oldukça uzun bir zamandır. Varlığını sorgulamıyordu ama neden vardı, var olması önemli miydi bir türlü anlayamıyordu. Derin bir nefes çekti içine. Düşüncelerinden onu uzaklaştıran, yeni dövülmüş kahve kokusuydu. Gözlerini kapatıp öylece kaldı yolun ortasında. Bir daha çekti nefesini. İlk aldığı koku gibi aniden değil, hissederek, alacağı kokuyu bilerek çekti içine. Yüzünde hemen bir tebessüm belirivermişti. Bu kahve onu bir anda mutlu edebilmişti. Varlığının bir amacı vardı, hem de en etkilisinden. Az önceki ani sevinci, yineyerini kasvete bırakmıştı. O öyle yolun ortasında dikilmiş kendisiyle bir kavga içindeyken bacağına hızla çarpan kişiye refleksle tutundu, yere düşmemek için. Tuttuğu kişinin küçük bir çocuk olduğunu görmesiyle, önlerinden hızla bir arabanın geçmesi saniyeler içinde gerçekleşmişti. Aklı henüz olanları idrak edememişken, şimdi de birisi ona sıkı sıkı sarılıyordu. Kollarında olduğu kadına baktı, onun yaşlı ve minnetle bakan gözlerine. Ağlamaktan belki de kendisini görmüyordu şu an. Ama varlığına şükrettiğini hissetmişti. Varlığının gereksizliğine olan inancı bir tokat gibi silkelemişti onu.
Gökteki bulut, dövülen bir avuç kahve, serpilmiş bir ağaç insanı huzura boğarken, bir insanın varlığı boşa olur muydu? Sadece her şeyin bir zamanı vardı. Dokunacağın insana ulaşma zamanı…