Bir Halkın Özgürlük Yazısı: 15 Temmuz
Yazar: Adem Ceylan
Arkadaşlar ne yapmalıyız sorusu somut bir cevap buluyor. Meydanlara çıkmalıyız. Hemen toplu mesaj listelerine kurumsal hesaplardan mesaj atılıyor. Odağında peygamber olmayan bir çıkış özgürlükten bahsedebilir mi? Merkezinde Amerika olan bir kalkış özgürlükten bahsedebilir mi?
“Denilmiştir ki irade, menfaat inancı veya zannıdır. Bunu söyleyen, pek çok Mu’tezile kelâmcısıdır. Onlar şöyle demiştir: Kudretin fiilin iki tarafına nispeti eşittir. İki taraftan biri hakkında menfaat inancı veya zannı meydana geldiğinde kudret sahibi kimse nezdinde o taraf diğerine baskın gelir ve onun kudreti o şeye tesir eder.
Denilmiştir ki irade sözü edilen inanç veya zan değildir, aksine bu, saik/dâiye denilen şeydir. İrade ise o inancı veya zannı izleyen meyildir. Nitekim kerâhet, zarar inancı veya zannını izleyen kaçınmadır. İrade, inanç veya zan kabilinden değildir. Zira biz kendimizde falanca fiilde bir menfaatin kazanımı veya bir zararın giderilmesi olduğu inancından sonra ona yönelik söz konusu inancı izleyen bir meyil buluyoruz. Kendimizde bulduğumuz bu meyil, menfaate veya zararın giderilmesine dair bilgiden hiç şüphesiz zorunlu olarak başka bir şeydir. Yine kudret sahibi çoğunlukla bir fiilde fayda olduğuna inanır veya böyle zanneder. Ama bununla birlikte bu meyil meydana gelmedikçe o fiili irade etmez
Eş’arîlere göre irade ise güç yetirilen şeyin iki tarafından birinin gerçekleştirilmesine mahsus bir sıfattır. Mu’tezile’nin söylediği meyle gelince biz duyulur dünyada bu meyli reddetmiyoruz fakat bu meyil, irade değildir. Zira irade, görüş birliğiyle, güç yetirilen iki şeyden birinin gerçekleştirilmesine mahsus bir sıfattır.
İradeyi menfaat inancı ve bunu izleyen meyil ikilisinden biriyle açıklayan Mu’tezile’nin aksine bize göre irade, menfaat inancı veya bunu takip eden meyil şartına bağlı değildir. Çünkü irade, bu ikisi olmadan var olmaktadır. Dolayısıyla ne ikisinden birinin aynıdır ne de onunla şartlanmıştır. Şu hâlde iradenin ikisinden biriyle açıklanması kesinlikle doğru değildir.
İrade, nefsin haz veren şeylere istek duyması demek olan arzudan başkadır.
İrade temenniden başkadır. Zira muhakkiklere göre irade yalnızca kendisine eşlik eden makdûra taalluk eder. Temenni ise zâtî imkânsız ve geçmişe taalluk edebilir. Bir grup temenninin iradenin bir türü olduğunu vehmetmiş ve temenniyi “gerçekleşmeyeceği bilinen veya gerçekleşeceğinde kuşku duyulan şeyin irade edilmesidir” şeklinde tarif etmişlerdir. Eş’arîlik ve Mu’tezile’nin muhakkikleri ise temenninin iradeden başka bir şey olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Daha önce geçtiği üzere onların irade adını verdiği meyil, iradeden ziyade temenniye benzemektedir” (Mevâkıf Şerhi c.2 s.454-470)
Hatırlamak, unutmamak ne büyük meziyet ve ne büyük eziyet…
Bir temmuz yazısı yazmam gerekiyor. Nice temmuz yaşamışım ama bu temmuzda yaşadığım-ız- bir “gün”, tıpkı bir mühür gibi vuruldu hafızamıza. (Yoksa bir ahşap oymacısının ahşabı oyması gibi yaşadıklarımızın hafızamızı böyle desen desen oyduğunu mu söylemeliydim?)
Her ne kadar aylardan temmuzsa da şehirlerden Konya’dır. Oturduğunuz vakit akşamsa rüzgârı ya yüzünüzde hissedersiniz ya da rüzgârın temas ettiği bir yaprağın havaya karıştırdığı rayihanın kokusunda. Masanın etrafında oturulmuş, çaylar içiliyor. Hava güzel, muhabbet güzel. Arada bir telefonlara bakılıyor. (Artık dikkatlerimizi-odaklanmamızı alt üst eden telefonlarımız var.) “Abiler, köprü kapanmış hayırdır?” Cümleler artıyor, belirsizlik de öyle…
Telefonun ucunda ne dediğini gayet iyi bilen bir ses, “Mit tırlarını durduranlar, şimdi çok daha büyük, çok daha feci bir şey deniyorlar.” diyor. Herkes aynı sitelerden başka bilgiler elde edecekmişçesine fal taşı gibi açılmış gözlerle telefonlarına bakıyor. Artık kelime dağarcığımızda olmayacak zannedilen bir kelime gecenin en çok kullanılan kelimesine dönüşüyor.
Yazışmalar, telefon trafiği gittikçe artıyor. Bir WhatsApp grubunda:
– Arkadaşlar darbe oldu. Müslümanlar için çok zorlu bir süreç başlıyor. Herkes yanına bir miktar para alıp güvenilir yerlere gitsin-saklansın, diyor. (Daha sonra ülkenin en uzun gecesini aynı isimle kitaplaştıracak yazar.) Bugün kaçmak yok, bugün gizlenmek yok, bugün meydanda olmak var, bugün bedel ödemek var, diyor başka biri. Tedirginlik, telaş, korku gecenin tüm güzelliğini bastırıyor.
Arkadaşlar ne yapmalıyız sorusu somut bir cevap buluyor. Meydanlara çıkmalıyız. Hemen toplu mesaj listelerine kurumsal hesaplardan mesaj atılıyor. Odağında peygamber olmayan bir çıkış özgürlükten bahsedebilir mi? Merkezinde Amerika olan bir kalkış özgürlükten bahsedebilir mi?
Şehrin sivil platformu, tüm kurumları ve tüm halkı yönetim erkinin idari binasının önüne ve şehrin meydanına çağırıyor. Semaverin üzerindeki çayı demleyen, suyu ısıtan köz, sanki tüm şehrin alev almasına sebep olacakmış gibi büyük bir hızla söndürülüyor. Arabalara biniliyor. İstikameti belli ama neticesi belli olmayan bir yolculuk son sürat başlıyor.
Halk fevç fevç dışarı çıkıyor, rayından çıkarılmaya çalışılan yönetimi rayında tutmak için. Şarampole yuvarlanacakken duran bir aracı çıkarmaya çalışan bir topluluk gibi… Kalabalıktan idari binaya yürünecek yollar araç trafiğine kapanıyor. Yollarda hem araçlar uzun kuyruklar oluşturuyor hem insanlar yukarıdan bakıldığında bendini aşmış bir sel gibi akıyor.
Şehri yönettiklerine inandıklarımız henüz ne bir araya gelebilmişler ne de ne yapacaklarını biliyorlar. Halka söylenen, acil bir toplantı yapılıp yönlendirme yapılacağı. Söz, soğuk şubat günlerinde de meydanları boş bırakmayan yiğitlere düşüyor. Önce yaşananlar izah ediliyor. Vakarla karşı koymamız gerektiği, bu zillete rıza gösteremeyeceğimiz yüksek sesle haykırılıyor. Kalabalık artıyor ama telaş da artıyor. Televizyonda okunan bildiriyle halkın iradesi kırılmaya çalışılıyor ama riskler bilindiği için yalancılar ısrarla liderin ülkesini terk edip kaçtığı dedikodusunu yayıyor. Bazı akl-ı evveller, mensuplarına evlerinde kalıp hiçbir yere çıkmamalarını salık veriyor. Uzak diyarda başka bir meczup, yaşanan gelişmeleri duyduğu an konuşmasına ara veriyor ve hayırlı olsun temennilerini Müslümanların çalışmalarına halel gelmez inşallah temennileri ile süslüyor. (Sanki olacaklardan haberdarmışçasına…)
Beklenen haber, beklenmeyen yöntemlerle ulaşıyor ülkenin insanına. Tüm halk meydanlara davet ediliyor. Yönetim merkezlerini halkın müdafaa etmesi isteniyor. Sanki devlet yüz yıldır kategorik olarak aşağıladığı halktan istimdat ediyor.
Konya’da halk, “meydan” denilince neresi olduğunu biliyor.
“Ben yaşadıkça Kuran’ın bendesiyim,
Ben Hz. Muhammed (s.a.v)’in ayağının tozuyum.
Biri benden bundan başkasını naklederse;
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım (şikâyetçiyim).”
diyen, yüzyılların büyük şair ve mütefekkiri, kabriyle de insanlığa kucak açıyor. Konya halkı bu kabrin civarını “meydan” belliyor.
On binler çağrıya icabet ediyor. Küçük bir minibüsün üzerinden bozuk megafonlarla an be an gelişmeler aktarılıyor. Üçüncü ana jet üssü Konya’da olunca her dakika yeni bir dedikodu yayılıyor. Halk sanki organize olmuşçasına askeri noktaların çıkış noktalarına bölünüyor. Çöp toplama araçları, kamyonlar, iş makinaları ilk defa bu kadar sevimli görünüyor insanların gözüne. Valilik binasında mülki erkânın bir araya geleceği ve 04.00’da paylaşım yapacakları bilgisi ile halk Mevlâna Meydanı’ndan valiliğin önüne doğru yöneliyor. Valinin binadan çıkışı ve Konya’da her şeyin kontrol altına alındığını ilan etmesi, şehir adına büyük bir sevince yol açıyor. Ama dünyanın kalbi ve ülkenin başkentinde gece bitmek bilmiyor. Yüzler bir düşüyor bir gülümsüyor. Uykusuzluktan bitap düşmüş bedenler bu gece doğa-l- sınırlılıklarına direniyor. Dünyaya determinist gözle bakanların hesaplarına direndikleri gibi. Yaşlılar, bebek arabaları, aileleriyle meydanı dolduranlar bu ülkenin öz-ü-gürleşmesi serencamının inkıtaa uğramaması için neyi ödemeye razı olduklarını ilan ediyorlar sanki. Kalabalık meydandan ayrılıp eve gitmeyi ihanet addediyor. Alaattin Tepesi ile Mevlâna Meydanı arası, tarihin en kalabalık gecesini yaşıyor. Çay ocakları tıklım tıklım. Kanallar bir Ankara’ya bir İstanbul’a bağlanıyor. Okunan salalarla cûşa gelen halk, sabah namazında tüm camileri tıklım tıklım dolduruyor. Ülkesi adına, çocuklarının geleceği adına, topraklarına sığınan mazlum muhacirler adına hatta gönlü ve aklı bu ülke ile merbut tüm Âlem-i İslam’ın geleceği için gözyaşı döküyor insanlar seher vaktinde. Tedirgin bekleyiş sanki başladığı yerde bitiyor. Köprüyü kapatan askerlerin ellerini kaldırmasıyla sanki aralanan perde kapanıyor.
İnsana sadece unutmak iyi gelmez bazen hatırlamak da iyi gelir. “Sadece güçlü bir hafızası olanlar ne söyleyeceklerini, onu ne kadar takip edeceklerini, nasıl söyleyeceklerini, daha önce hangi noktaları yanıtladıklarını ve hangilerinin kalacağını bilir.” (Cicero)
Hatırlayabilmek, iradenin neticesi olarak filizlenir. Hatırlamanın mekânı olarak hafızanın gücü öz-ü-gürleşme girişimimizin yolunu da açar. Hatırlamak, geçmişin yükünü taşımaya talip olmaktır.
Öz-ü-gür-lükle hatırlama arasındaki karmaşık ilişki en yalın halini; hatırlama ve unutmanın bir varlık türü olarak insanlığımızın doğası ile varlığını devam ettirme arzusunun imkânını oluşturan failliğin serbestiyetinde kendini açık eder. (Kararaslan F., Teklif Dergisi, 3. sayı. s.158)
Hatırlamanın mekânı olan hafıza, zamana mekân üzerinden tutunur. Dolayısıyla mekân hafızanın da taşıyıcısıdır. Konya’da 15 Temmuz gecesi yaşadıklarımızı yazmak için başladığımız yazımıza imdada çağırdığımız ve retorik sanatının da unsurlarından biri olarak görülen hafızanın Batı düşüncesindeki önemini anlatan bir hikâyeyle son verelim.
“Teselya’da Skopas isminde bir soylunun verdiği bir ziyafette, Keoslu şair Simonides evsahibinin şerefine lirik bir şiir okur; gelgelelim şiirin bir bölümünde Kastor ve Polydeukes’ten övgüyle söz edilmektedir. Bunun üstüne Skopas şairi tersleyerek methiye için anlaştıkları ücretin sadece yarısını ödeyeceğini, geri kalanını şiirin diğer yarısını ithaf ettiği bu ikiz tanrılardan tahsil etmesini söyler. Biraz sonra, Simonides’e bir haber gelir, dışarıda onu görmek isteyen iki genç adam beklemektedir. Şair ziyafet masasından kalkıp dışarı çıkar, fakat etrafta kimseyi göremez. O dışarıdayken, ziyafetin verildiği salonun çatısı çöker, Skopas’la birlikte bütün misafirler enkazın altında kalarak can verir. Cesetler öylesine darmadağın olmuştur ki onları almaya gelen yakınları yüzleri tanıyamaz. Fakat Simonides her birinin masada nerede oturduğunu hatırladığı için, hangi cenazenin kime ait olduğunu gösterebilmiştir.” ( Hafıza Sanatı, Frances A. Yates, Metis Yayınları)
Çok şükür, o gece evimizin çatısı çökmedi ama ben de kimin, nerede, hangi sandalyede oturduğunu ve kimlerin, kimin masasına doğru baktığını çok net hatırlıyorum.
Yorum gönder