Ortadoğu’nun Yaralı Kuşu: Lübnan

Ortadoğu’nun Yaralı Kuşu: Lübnan

Yazar: Erkam Çimen

Orta Doğu mozaiğinin en nadide parçalarından Lübnan; kültürü, sosyal yaşantısı, tarihi ve eğitimiyle pek çok Arap ülkesinden ayrılan bir konumda. Başkenti Beyrut olan bu güzel ülke, tarihte Fenikelilere ev sahipliği yapmasıyla da ün salmıştır. Kuzey ve doğu sınırlarını Suriye’nin, güney sınırlarını işgalci İsrail’in, batı şeridini ise Akdeniz sahillerinin oluşturduğu Lübnan’ın yüzölçümü yaklaşık olarak 10.000 kilometrekare. Doksan yıla yakın bir süredir nüfus sayımının yapılamadığı ülkede nüfusun yaklaşık 6 milyon olduğu belirtiliyor. Nüfus sayımının yapılamamasının ana sebebi ise farklı etnik ve dinî grupların ülke siyasetinde etkili olma amacıdır. Kaynaklara göre Lübnan’da on sekiz etnik ve dini grup bulunmakta.

Beş günlük kısa bir ziyaret için gittiğimiz Lübnan, beklentilerimizin çok ötesinde harikulade bir ülkeydi. Hemen hemen gördüğümüz her şey, tanıştığımız her insan bize yepyeni bir dünyanın kapılarını açtı. Gitmeden önce Lübnan’ın tipik bir Arap ülkesinden hâllice bir yer olduğuna dair ön yargılarım, gezip gördükten sonra tam aksi yönde değişti. Öncelikle Lübnan, eğitim seviyesinin çok yüksek olduğu bir ülke. Okuma yazma oranı bir yana Lübnanlılar ikinci yabancı dil öğrenen ve konuşabilen mir millet. Bunda okul öncesi eğitimden itibaren zorunlu yabancı dil eğitimine başlanmasının çok büyük bir etkisi var. Lübnanlıların pek çoğu Fransızcayı ve İngilizceyi ana dilleri gibi konuşup yazabilecek seviyede. Öyle ki Lübnan, Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu’nun üyesi. Son dönemlerde Türkçe öğreniminin de revaçta olduğu Lübnan’da Türk siyasetçilere ve dizilere duyulan sevgi, Türkçe’ye olan ilgiyi de her geçen gün artırıyor. Yunus Emre Enstitüsü’ne yaptığımız ziyarette bunu yakinen müşahede etme fırsatımız oldu. Enstitüde Türkçe eğitimi alan Lübnanlılar her fırsatta Türkiye’ye gittiklerini ve pek çok Lübnanlının da aynı durumda olduğunu ifade ettiler. Enstitüye yaptığımız ziyaretle gönül coğrafyamız dediğimiz Osmanlı bakiyesi bu topraklarda devletimizin yaptığı bu minvaldeki sosyal ve kültürel faaliyetlerin ne kadar önemli olduğunu fark etmiş olduk. Bu tarz faaliyetlerle kardeş toplumlar olarak hafıza kaydımızı yenileyip kaybettiğimiz değerleri yeniden canlandırmak için şevklendik. Ayrıca Yunus Emre’de ve benzeri kurumlarda yurt dışı faaliyetlerini sürdüren insanımızın üstün gayretini görünce ayrı bir gurur duyduk. Beyrut Yunus Emre’nin Türkçe öğretmeni Duygu Hanım ve kültür koordinatörü Ali Bey, bu gururu yaşamamıza neden olan iki güzide şahsiyetti.

Biraz da Lübnan’ın iç ve dış meselelerine bakacak olursak karşımıza tam bir kaos çıkıyor desek yeridir. Lübnan, ülke içi sosyal yapının karmaşıklığı sayesinde siyasetin dengeli gittiği bir ülke iken Arap-İsrail Savaşları ve Filistinli mültecilerin ülkeye gelmesi, ülkenin istikrarını bozmaya başladı. 1970’lerden itibaren Müslümanların demografik yapıda üstün konuma geçmeleri, ülkedeki gidişatı değiştirdi ve 1975’te Lübnan İç Savaşı başladı. 1991’e kadar süren savaş, Beyrut başta olmak üzere tüm Lübnan’ı harabeye çevirdi. Dönem dönem yaşanan İsrail saldırıları ise yaraları daha da derinleştirdi. Yaşanan savaşlarda yüz binlerce insan yaşamını yitirirken pek çok insan ülkeyi terk etmek durumunda kaldı. Ancak bir kısım Lübnanlı ise ülkelerini terk etmeyerek burada yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler. Bunlar arasında ön plana çıkan öyle birisi var ki tüm Arap dünyasını sesiyle ve ülkesine duyduğu aşkla büyülemiş bir sanatçı. Dünya çapında üne sahip bu isim turkuaz sesli Feyruz. Bestelediği ve söylediği şarkılarla bugün Arap dünyasında herkesin hâlâ ismini duyunca saygı duyduğu bir isim.

Biraz da şehirlerden bahsetmek gerekirse en başta Beyrut gelir. Tabii bu öyle kolay bir şey değil. Beyrut’ta üç tam gün geçirdik ve tadı damağımızda kaldı. Doğu’nun Paris’i bu şehir hem Orta Doğu’nun hem de Lübnan’ın bir mozaiği âdeta. Pek çok etnik ve dinî grubun yaşadığı bu nahif şehir, eskide kalan parlak günlerini arıyor bugünlerde. İç savaştan önce modanın, sanatın ve edebiyatın merkezinde bulunan şehir, yavaş yavaş yaralarını sarmaya çalışıyor. Beyrut merkezinde gezilecek pek çok yerin yanında hemen yanı başındaki Biblos (Byblos) antik kenti beni çok etkileyen destinasyonlardan biri olarak hafızamda yer etti. Fenike Uygarlığı’nın başşehri olan bu kent, izlerini taşıdığı medeniyeti çok iyi bir şekilde yansıtıyordu. Bunun yanı sıra, dünyanın en görkemli tapınak şehri Baalbek’e güvenlik problemleri nedeniyle gidememenin üzüntüsünü hâlâ yaşıyorum. Beyrut’taki bir başka güzel deneyim ise Harissa bölgesine çıkan teleferikti. Dünyada bir benzeri var mıdır bilmiyorum ama hem çıktığı yükseklik hem de dağın yamaçlarında yapılmış apartmanların hemen dibinden, aralarından geçmesi nedeniyle benim için eşsiz bir deneyimdi.

Ziyaret etme fırsatı bulduğumuz diğer şehirler ise her bir dinî unsurun kalesi niteliğindeydi. Trablusşam (Tripoli) ve Sayda (Sidon) Sünnî Müslümanların, Sur (Tyre) ise Şii Müslümanların kalesi konumundaydı. Bu şehirlerin ortak özelliği, merkezde bizdeki bedesten tarzı koca çarşılarının olması, buradaki esnafların son derece güler yüzlü ve yardımsever olmasıydı. Beni ürküten tek durum Sur’a geçişte Hizbullah kontrolünden geçmek olmuştu. Herhangi bir güvenlik problemi yoktu ancak yıllardır ismini televizyon haberlerinden duyduğum bir grubun adamlarıyla karşılaşmak hayatımda yaşayabileceğim ilginç tecrübelerden biriydi.

Lübnan, geçirdiğimiz kısa sürede beni kendisine bağlayan ve tekrar gelebilmek için her türlü fırsatı kollayacağım bir yer benim için. Dünyaca meşhur Lübnan mutfağının lezzetlerine nüfuz edememek ve Hicaz Demiryolu’nun geçtiği hatlar ve istasyonlara gidememek beni buraya tekrar getireceğini umduğum önemli unsurlar olarak notlarım arasında duruyor.

Yorum gönder