Taha
Yazar: Adem Ceylan
Karakoç, Müslümanların son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunları ele alırken kolay çözümler peşinde koşmaz. O, sorunların kaynağına gitmeye çalışarak daha bütüncül bir bakış açısıyla sorunlara çözüm önerileri üretmeye çalışır.
Tanrı-insan, Tanrı-evren ve insan-evren ilişkisine dair tüm düşünce sistemleri “insan nedir?” sorusuna verdikleri cevapla yola çıkmışlardır. Zira insanın ne’liğine dair verdiğimiz cevap; “dikey düzlemde ilahi olanla beşerî olan arasındaki ilişkinin nasıl olacağına dair zemini kurarken, yatay düzlemde hem evrenle hem de diğer insanlarla ilişkinin teorisine de kaynaklık eder” demiştik bir önceki yazımızda. Varlığın, yaşamın anlam ve değeri insanla birlikte vardır. İnsanı varlık alanından çekip çıkardığımızda, geriye kalanın kendi başına bir anlamı olmasından nasıl söz edebiliriz ki? Eskilerin deyişiyle “Bu dünya değirmeni insanla kaimdir.” Öyleyse, gerçekte önemli olan tek felsefi soru “İnsan nedir?” sorusudur. Bütün olarak felsefî uğraş, insanın kendini tanıma çabası, insanın evrendeki yerinin ne olduğunu öğrenme isteği ve yapıp etmelerine, yaşamına bir anlam verme uğraşıdır. (Muttalip Özcan, İnsan Felsefesi: İnsanın Neliği Üstüne Bir Soruşturma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara: 2006, s.9.)
İnsan, Karakoç’un gözünde “kendi yaratılışını, nedeni ve niçiniyle araştıran varoluşun hikmetine ermeye çalışan bir varlıktır. Din, felsefe ve sanat, insanın kendi varoluş sırrını aradığı alanlardır. İnsan hiçbir zaman kendine ve zamana, geçmişe ve geleceğe bir anlam vermekten geri durmamıştır.”( Sezai Karakoç, Ruhun Dirilişi, s. 77). İnsanoğlu, durmadan ve dinlenmeden kendi anlamına ermeye çalışmıştır her türlü baş dönmesini her türlü düşme riskini göze alarak. Yaratıldı yaratılalı kendi anlamını arayan ve bulamadığı zamanda bile arayan, bulduktan sonra da arayan, kendine dil ve semboller eşliğinde anlamlar yükleyen ve onunla da yetinmeyip anlamını kendi çevresinde arayan; evrenin, ayın, yıldızların, uzayın, zamanın mekânın eşyanın var oluşunun anlamını arayan ve aramasına ara vermeyen varlık (Age, s. 64). Karakoç’un kendi ifadeleriyle insan, “göklerden yere bildirilen bir haber.” (Günlük Yazılar IV, s. 99). “Kâinatı aşkın bir kâinat özeti. Kâinat dalgıcı gibi…”(Age, s. 110). “Geleceği repertuarda, geçmişi kimlik dosyasında tutan ve gölgeyi geçmişten, ışığı gelecekten alan şimdiki zamanla hayatını taş taş ören bir kader mimardır”(Age, s. 281).
18. yüzyılda en genel çerçevesini almış, Avrupa merkezli yeni bir felsefi anlayış olan “Aydınlanma”, temelde Tanrı düşüncesine göre şekillenmiş varlık ve doğa anlayışı yerine akıl üzerine kurulan yeni bir sistemin adıdır. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yerini aldı. Bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalı ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. İlerleme ideali ile insan; köleliğin zincirlerinden kurtulacak, sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişecektir.
Kopernik, Galileo ve Newton gibi isimlerin ürettiği çalışmalar ve ortaya koydukları buluşlar, kozmoloji ile başlayan ve doğa yasalarının keşfi ile devam eden büyük çaplı bir değişimi beraberinde getirmiş ve o güne kadar göksel bir aşkınlıkla değerlendirilen birtakım gerçekler, insan aklının algılayabileceği, ölçülebilir birer unsura dönüşmüşlerdir. Descartes ile başlayan doğanın bilgisinin matematikselliği daha sonraki yıllarda daha ileri götürülerek insanın da aslında bir makina olduğu anlayışına evrilecektir. Geleneksel dünyada “akıl-nefs-beden” üçlüsüyle anlaşılmaya çalışılan insan ontolojisi, Descartes’ın düalist felsefesinde eksilecek; “nefs” yani ruh, varlığın bir özelliği olmaktan çıkarılacak ve bu da bütün varlıklar gibi insanın da matematiksel verilere dayanılarak açıklanabilen bir makina olduğu modern kabulünü doğuracaktır. Zaten o günden bugüne yapılan birçok bilimsel çalışmada bu kabulün üzerine bina edilmiştir.
Yukarıda ifadelendirdiğimiz dönüşüm tabii ki bir coğrafyayla mahdut kalmamış, peşi sıra tüm dünyayı etkilemiştir. Batı, mütehakkim bir güç olarak geleneksel İslâmî dokuyu tarumar etmiştir. Karakoç, Müslümanların son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunları ele alırken kolay çözümler peşinde koşmaz. O, sorunların kaynağına gitmeye çalışarak daha bütüncül bir bakış açısıyla sorunlara çözüm önerileri üretmeye çalışır. Karakoç, modern Batı uygarlığı kaynaklı yaşadığımız krizi değerlendirirken modernite sürecine reaksiyoner tarzda yaklaşmaz. Hem tarihle münasebeti hem mekânla münasebeti sağlıklı bir zemine yaslanır. “Tehlike medeniyeti” olarak adlandırdığı modern Batı uygarlığı Karakoç’a göre kendisi de dâhil nüfuz ettiği her uygarlığı yok etme tehlikesi taşımaktadır. Yaşadığı büyük epistemolojik dönüşümle metafizik temellerini inkâr etiği için bir boşluğun üzerine bina edilen Batı medeniyeti, varlığı anlarken büyük yanlışlıklar içerisine düşmüştür. Batı medeniyetinin probleminin temeli ise Descartes ile başlayan mekanik dünya görüşüdür. Karakoç, pek çok şiirinde Batı’nın yıkıcı tarafını eleştirmiş ve bu medeniyetin felsefi anlamda yaslandığı temeli Taha’nın Kitabı’nda gerek metaforik anlamda gerek açıktan kapsamlı olarak ele alır.
“Taha dağın ucunda
Bir kavis gördü
Dönen bir göz yayıydı bu
Kirpiklerden ve güneşten
Dünyanın sularda kırılmasından
Doğma bir yaz yayıydı bu
(…)
Bir atın savaşa akışında mı olur böyle bir eğri
Yoksa bir mimarın boğulurken gördüğü son kent çizgisi mi
Bir kundak kıvrımı mı
Belki de gözün ileriye fırlattığı
Yakınlaştırılmış geometrik bir anı
Soyut bir yahudi tapınağı”
Taha’nın Kitabı’nda 25 defa kullanılan “kavis” kelimesi, Karakoç’un başka şiirlerinde de kullanılır. Kitabın başında Taha, bir “kavis” görecektir ve bu o güne kadar süregelen hayatın ve insanın mecrasından çıkarak her şeyin köklü bir değişime uğraması anlamına gelmektedir. Şiirin ilerleyen bölümlerinde kavis ile bilim ve değişim arasında sıkı bir ilişki olduğu aşikârdır ve şiirde sıklıkla vurgulanır. (Şiire isim olan “Taha” kelimesinin Kur’an’da bir sure adı olduğu, Hz. Musa kıssasının en detaylı anlatımlarından birinin bu surede olduğu, Hz. Musa’nın nübüvveti alarak hayatının, değişimin bu olayla başladığı ayrıca Taha kelimesinin kimi müfessirlerce “ey insan” anlamıyla karşılandığı da unutulmamalıdır.)
Karakoç, Taha’nın şahsında yaşanan değişimin Aydınlanma felsefesi ile çerçevesini bulan modern Batı uygarlığı ile ortaya çıktığını ve bütün sorunların kaynağının da bu olduğu düşüncesindedir. Taha’nın Kitabı’nda bu bilimsel pozitivist düşünce “Kavis” ve “Doktor” ile temsil edilmektedir.
Taha, doktorun karşısına şiirde iki defa çıkacaktır. Şiirde doktor milliyeti ve dolaylı olarak inancı ile ilgili sürekli sorular sorulmasına rağmen doktor ile Hristiyanlık arasında açıktan bir ilgi kurulmaz. Fakat bölümün de başlığı olan “Doktorun Karşısında” olması ve “Bilirim bilirim İncil’den yola çıktınız / Ama yolu çabuk şaşırdınız” dizelerinden de anlaşılacağı üzere burada muhatap açıkça ifade edilmese de doktordur. Bu anlamda doktorun, inancın özünden uzaklaşmış “Modern Batı Uygarlığı”nın metaforu olarak kullanıldığını söylemek mümkündür. Taha’nın ileride fark edeceği üzere, her ne kadar sorunlarının çözümü için gitmiş olsa da yaşadığı bütün sorunların arkasında doktor vardır, “Doktor bütün hastalıkların mayası”dır. Taha gerçeği kavramıştır; “Dün akşam üzeri güneşi siz batırdınız / Başkası değil doktor güneşi siz batırdınız” dizelerinde ifade edildiği gibi doktoru gerçek yüzüyle apaçık görmektedir.
“Bugüne dek
Beni hiçbir yay hiçbir ok değiştirmedi
Yüreğimle karşılaşınca
Bütün kılıçlar kırıldı
Bir saman çöpü gibi
Gözümün önüne gelen
Bu kavis
Neden değiştirdi beni
Neden döndürdü beni çevresinde”
“Neden öldürdü beni” tekil olarak okunduğunda ferde tekabül eden Taha, daha geniş anlamıyla İslâm ümmetini sembolize etmektedir. Haçlı saldırılarını, Moğol işgalini yaşamış İslâm medeniyetinin bu karşılaşmaları ve neticeleri yay, ok ve kılıç kelimeleri ile karşılanmıştır. Değişimin başlatıcısı kavis, kavisin sözcüleri ve destekçileri ise soytarı ve yarasalardır. Taha, soytarının temsilciliğini yaptığı düşüncelerle ilkin ilkokulda karşılaşacaktır. Aşağıdaki dizeler, bir açıdan bu değişimin seküler eğitim sistemi ile başladığını göstermektedir.
“Kurtuluşu yok bir çıban
Gelir yakalar insanı, insan çıkarken çocukluktan”
Rönesans ile başlayan süreçte doğanın insan dışında konumlandırılışı ve bilginin sahasına giren her şeyin insan aklıyla algılanabilir olduğu düşüncesi, doğayı matematikleştirmiştir. Ekmek ve suyun matematikselleştirilememesi ile modernitenin yaşama dair sunduğu reçetenin işe yaramadığı ifade edilir, Karakoç tarafından. Yine “Yalnız kan kaçıyordu elimden / Bir türlü kanı soyuta çeviremedim ben” dizelerinde de ölümün matematikselleştirilemez oluşu, matematikselleştirilemeyen hiçbir şeyin hakiki olmadığını iddia eden modernite ile bu hakikatin apaçık çeliştiği dile getirilmeye çalışılmaktadır:
“Ekmeği cebir diliyle istedim de vermediler
Suyu rakama çevirdim içirmediler
Yalnız kan kaçıyordu elimden
Bir türlü kanı soyuta çeviremedim ben
Bakmayın gözlerimin içine
Gözlerim cebirden bir deprem”(Gündoğmadan, s. 316)
Modern bilimin matematik dilinin mekanikleştirdiği doğa ve tarih anlayışı, doğada ve toplum hayatında, evrim ve kapitalizm gibi çatışmacı-rekabetçi teorileri doğurmuştur. Şiirde “yarasalar”, modern Batı uygarlığının yıkıcı tarafını göstermektedir. Bu yıkıcılık emperyalizmi sonuç verecektir. Aşağıdaki dizelerde modern Batı uygarlığının dayandığı esaslar söylenerek eleştirilmektedir:
“Kan kazan bir karabasanım ben
Bir yarasa diyordu ki
Çağlarda çağlayan bir çavlan bir çağlayanım
Çalı çırpı çadır çıkın bir çavdar uygarlığıyım ben
Bir yarasa diyordu ki
Raslantılı rakamlardan bir rahibin rabbıyım”(Age, s. 308)
Batılılaşma sürecinin neticesinde yaşanılan yabancılaşmanın bütün sorumluluğunu Batı’ya yüklemeyen Karakoç’a göre Batı’nın bu tahakkümüne cevap veremeyen entelektüeller-ulu hocalar da bu olumsuz tablonun ortaya çıkmasında büyük bir pay sahibidir. Bu hususta din adamları ve düşünürlerin üzerlerine düşeni yapmamış olmaları toplumu batıl inanışlara yöneltmiştir.
“Çareyi eskimiş yapraklarında aradık
Kiralık ev kovuklarındaki kitapların
Suhrabat’tan Çevirgel’e Çevirgel’den Mevlüt’lere
Yokladık deniz diplerini ayın ters yüzünü güneşin çekirdeğini döndüre döndüre”
“Yeni çağ ve yeni zaman
Geldi ve geçiyor aman
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur yeniye koşan”(Age, s. 321)
Dizeleriyle tavsifi yapılan soytarılar ise batılılaşma meftunu Türk aydınıdır. Ulu hocalar kadar belki daha da fazla sürece etki eden aktör olarak Türk aydının Batı taklitçiliğini soytarı metaforu üzerinden anlatan Karakoç, “atalar kültü” yanlışına düşmeden, geçmişin hakikatlerine yönelmek gerektiğini ifade eder ve bu doğrultuda insanı değerlendirir. Karakoç, insanı, “hakikat” ve “ebedilik” ile birlikte Tanrı düşüncesine bağlı olarak düşünür. Ona göre insan, asıl hakikatin ve ebediliğin sahibi olan Allah’a yönelir, O’ndan haberdar olur ve O’na ulaşmak için çaba sarf ederse gerçek anlamda insan olur. Yoksa modernitenin değerlendirdiği şekilde zoolojik bir varlık olmanın ötesine geçemez. (Çağ ve İlham II, s. 212)
“İnsan, en yüce görev yaratığı, en sorumlu, en bilinçli, en yetenekli misyon yükümlüsüdür. İlerdeki büyük sevinç için, bugününde çileyi omuzlayandır insan. Tabiatın uyum ve uyumsuzluk şifrelerini çözen ve ona göre bir program hazırlayandır. Gökten öte bir gök, güneşten öte bir güneş, dünyadan öte bir dünya arayan o ve bulan o’dur. Bu dünyadan ahirete ve cennete, Cennette de Tanrı’ya bakan o’dur.” (Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II: Diriliş Şoku, Diriliş Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 2013, s. 35) Bu mısralar, Karakoç’un insan, tabiat ve Allah ilişkisini nasıl okuduğunu gözler önüne sermektedir. Karakoç hem şiirlerinde hem de nesirlerinde dağınık olarak insana dair birçok şey yazmış ve düşüncelerini diriliş erini yetiştirmeye dönük bir çağrıya dönüştürmüştür.
Son olarak Üstad Karakoç’a göre insan, sahip olduğu niteliklere rağmen asıl hakikate ancak peygamber öncülüğünde erebilir. Karakoç gerek Hızır’la Kırk Saat’te gerek Taha’nın Kitabı ve diğer şiirlerinde de gördüğümüz gibi insanın hakikate ulaşmasının başta Peygamberimiz olmak üzere peygamberlerin yolundan geçtiği düşüncesindedir.
Yorum gönder