Ilgaz’ın Merhemi
Yazar: Nefise Beyza Erdem – Çizer: Esma Ateş
Gözlerimi açtığımda bir başka odada uyanıyorum. Birkaç saniye karanlığın içine bakıp mekânı ve zamanı oturtmaya çalışıyor zihnim. Ufak bir telaş hâli. Ardından aydınlanıyorum birden. Başka bir şehirdesin ya! Dün gelmiştin hani. İşte uyanmanın en heyecanlısı böyle.
Serin bir sabah. Daha doğrusu sabahın serin bir vakti. Güneş doğmak üzere. Yatağın sıcağını ve yumuşaklığını oldukça zorlanarak bırakıyor ve kalkıyorum. Odanın dışından tıkırtılar geliyor. Uyandı demek! Dün gece sözleşmiştik. Bunu hatırlayınca içime çocuksu bir heyecan geliyor. Hazırlanışımı hızlandırıyorum. Rahat bir şeyler giyiniyorum. Masadan kol saatimi de alıp taktıktan sonra aynada son bir kez bakıyorum kendime, mutluluğun verdiği bir tebessümle. Hazırım. Neler göreceğiz bakalım bugün?
Mutfağa, yanına gidiyorum. Tezgâhın başında, arkası bana dönük, mırıl mırıl bir şeyler yapıyor. Korkutmamak için, yüksek olmayan bir sesle selam vererek yaklaşıyorum. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşılıyor beni. Rahat uyuyup uyumadığımı soruyor. Onu mutlu edecek bir cevap veriyorum. Sabah sabah neşemiz yerinde. Kendi yaptığı lavaş ekmeklerin içine biraz peynir ve yeşillik koyduğunu anlıyorum. Muntazam olmayan rulolar hâline getirdiği ekmekleri bana göstererek ve poşetlerin yerini de işaret ederek, içine koymamı istiyor. Yavaş adımlarla buzdolabının yanına gidiyor ve çokça kullanıldığı belli olan, etiketi ve plastiği eskimiş su şişelerini buzluktan alıp elime tutuşturuyor, tezgâhtaki çantaya koymamı söyleyerek. Ve artık yiyecek çantamız ve biz hazırız.
Ben ayakkabımı giyerken, yine bir şeyler mırıldanarak köy evinin tahta kapısını kapatıyor ev sahibi Ilgaz nine. Misafiri olduğum bu köyün havasını, ağaçlarını, yaşamını… her ne kadarı mümkünse artık, tanıma gayretiyle çıkıyorum yola. “Genç turistin yaşlı rehberi” diye geçiriyorum içimden ve gülüyorum. Birazdan, dizlerimize kadar, yemyeşil otlarla kaplı yokuşları, toprak yolları aynı hızda, aynı soluk soluğa kalmalarla aştığımızda utanacakmışım bu söylediğimden. Ne bileyim işte? Bir gün bile olmadı yaşlı rehberimle tanışalı.
Kimi zaman, daha doğrusu çoğu zaman hiç konuşmadan ilerliyoruz. Tertemiz hava ve koyu yeşil, ince uzun çamlarla kaplı dağların manzarası konuşuyor gerçi. Onları dinliyorum.
Ama bazen de rehberim konuşuyor, çevremde gördüklerime bir yaşantı ekliyor, seslendiriyor bir nevi. Onu dinliyorum. Evin bahçesine kadar inen ve vişne ağaçlarının dallarını kıran ayılardan bahsediyor mesela. Hayret içinde dinleyip bakakalıyorum. Bir ayı gördüğümde korkmamam gerektiğini ve ona kocaoğlan diye seslenmemin hoşuna gideceğini söylüyor. Gülmek ve şaşkınlıktan ağzı açık kalmak arasında garip tepkiler veriyorum.
Burada yaşamaktan mutlu olup olmadığını soruyorum. Aslında böyle bir soru aklıma gelmezdi zira mutlu olmadığını düşünmezdim bile. Ta ki, buralarda kış mevsimini nasıl geçirdiğini anlatana kadar. Kışın bu civardaki evlerde yaşayan bir tek kendisi kalırmış. Kendine ait dağın yamacından, kesmesine izin verilen akçaağaçlardan, yakacağı odunları elde eder, bahçenin bir köşesine yığarmış. Burası onun evi ve yurduymuş. Kendi kendini idare etmesini bilirmiş. Ve sorumun cevabı: Evet, mutluymuş.
Yolumuza devam ediyoruz. Bir elimde yiyecek çantası, bir elimde yokuş çıkarken destek alır gibi yaptığım bir değnek var. Hani öylesine, zevkine tutulan bir şey.
Ilgaz ninenin elleri, hafif öne eğdiği belinde kenetli. Yavaş ama manzaranın tadını çıkararak ilerliyoruz. Toprak yolun kenarında, dünden beri sıkça gördüğüm beyaz çiçekler… Buraların havasına ve toprağına özel olduğunu düşünüyorum. Dayanamayıp en büyüğünden koparıyorum bir tane. Yürüsün benimle. Memleketinde gezinmeyi, manzarasını seyretmeyi en çok o hak ediyor. Gülüyorum. Hadi canım oradan! Bu saçma, komik, kendi kendine konuşmalar gösteriyor ki, genç turist acıkmış.
Öğle vakti yaklaşmışken kendimize gölge, serin ve güzel manzaralı bir yer seçip dürümlerimizi yiyoruz. Serinliğini hâlâ koruyan sularımızı da içtikten sonra, üzerimize, yenilen yemeğin ve öğle vaktine kadar yürümüş olmanın verdiği tatlı bir yorgunluk çöküyor.
Sonra bir anda, derin bir iç çekmenin ardından, gözlerini de karşı dağlarda gezdirerek sessizliği bozuyor Ilgaz nine:
Sen gibiyken, deli akardı kanım. Her şeyi bilmek ve her şeyi yapmak isterdim. Şimdi bu yaşımda hâlâ böyle hissettiğim zamanlar olur. Ve babamın şu tembihleri gelir aklıma: “Sen bildiğin ve sahip olduğun kadarını doğru tut. Doğru bildiğini samimiyetle yap. Böylece, yaşamayı da seversin, yaşadığın her şeyde mutluluğu da bulursun.”
Bir sessizlik…
Ama aslında bir sessizlik değil. Yaşlı arkadaşımın aklına nasıl pat diye düşen bir özlem ve hatıra ise bu, benim de içime “daan” diye düşen ağır bir şey. Sadece “doğrular doğrular” diye çınlayıp duran aklıma, kalbimin bir tokat indirmesi sanki. Doğruyu bulma ve öğrenme çabalarıma eklemem gereken bir şeylerin hatırlatması. Henüz fark edebildiğim yarama, yakıcı bir merhem.
Gözlerim yaşla dolu, elimde döndürüp durduğum beyaz çiçeğe dalıp gitmişken, omzuma pamuktan bir el dokunuyor.
“Hadi artık gidelim kızım, yolumuza devam edelim.”
Toparlanıp ayağa kalkıyorum.
Gülümsüyorum
Gidelim tabi
Gidelim
Bunlar ilk adımları olsun
‘Doğru bir samimiyet’in.
Yorum gönder