Pencerenin Değiştirdiği
Yazar: Nefise Beyza Erdem / Çizer: Esma Ateş
Son birkaç parça eşyayı da ekledikten sonra kapatıyorum valizimi. Bir elimle üzerine bastırıp diğer elimle fermuarını kapatıyorum biraz zorlanarak.
Hazırlık telaşımın yerini daha çok, yolculuk heyecanı alıyor artık. Vakit iyice daraldı. Valizimi yerden kaldırıp etrafa son bir kez bakıp iç geçirerek çıkıyorum odadan. Arkamdan sürüklediğim valizimin tıkır tıkır sesini özlemişim. Yolculuk sesi. Her zamankinden farklı olacak, zira bir tren yolculuğu yapacağım. Normal hızlı tren.
Nihayet istasyondayım. İlk defa geldiğim bu ortamı keşfetmek üzere, hareket saatine kadar biraz dolaşmak istiyorum. Burnuma hafiften gelen güzel bir koku… Ne olduğunu anlamak için başımı sağa sola çevirince, görüyorum. Neredeyse unutacaktım işte! Bu simitlerin methini çok duymuştum ve trene binmeden mutlaka almam gerektiği tavsiye edilmişti. Ben unutmadan, onun karşıma çıkmasının verdiği mutlulukla yaklaşıyorum simit tepsisine. Görevlinin onu yeni getirdiği belli; üzerinden hiçbir simitin eksilmediği bu düzenli üst üste dizilişten ve bana kadar ulaşan kokusundan. Bir tane satın alıyorum ve çantama koyuyorum. Büyük bir görevi tamamlamış olmanın mutluluğuyla trene gidiyorum. Valizimi görevliye teslim ettikten sonra, cebimden çıkarıp bileti gösteriyorum. Tarif ettiği vagonun açık kapısından giriyorum, ufak bir telaş ortamında, oturacağım koltuğu arıyorum; kimi çocuğuna laf anlatmaya çalışıyor, kimi koltuğuna yerleşmeye çalışıyor, kimi de çoktan oturmuş etrafına bakınıyor. Derken, koltuğumu buluyor ve oturuyorum. Pencere kenarı. Sırt çantamı kucağıma yerleştirip trenin hareket anını bekliyorum.
Yanımdaki koltuğa kimse oturmadı. Tek başıma, sessiz sakin bir yolculuk. Güzel.
Trene doğru, benim değil ama diğer yolcular için sallanan eller, gözyaşları ve gülümsemelerle, penceredeki insanlar geride kalıyor ve rayların üzerinde, hafif hızlanarak ilerliyoruz.
Bir saat sonra artık şehri geride bıraktık; ağaçlar, yemyeşil düzlükler ve kimi zaman kayalardan oluşan, kimi zaman üzerini çam ağaçlarının kapladığı yakın ve uzak dağların arasından geçiyoruz. Trenlerin geçtiği güzergâhların farklı olduğunu duyar ve farklılığın nerede olduğunu anlamazdım. Tren raylarından başka hiçbir yol ulaşamadığı için ıssız, bu trendeki yolculardan başka hiç kimse gelip göremeyeceği için deözel yerlermiş meğer. Sağımdan ve solumdan uzanan asfalt bir yol da yok, rayların ama sanki toprağın ve otların üzerinde gidiyorum. Bu ıssız ve özel yolun yolcusu olduğuma sevinip hafif şımarıyorum içimden. Sonra yerini yine, muhteşem manzaraların hayranlığı alıyor.
Pencereye yasladığım başımın takır tukur etmesi sonucu ufak bir sarsıntı geçiriyorum. Biraz acıdı, evet. Olur böyle şeyler. Dalıp gitmişim uzaklara. Pencereden uzaklaşıyorum, koltuğuma biraz daha yaslanıyorum, bir esneme geliyor. Hayır. Yapma bunu! Uykuya veremezsin bu güzelliği. Öyleyse ben de biraz etrafıma bakınıyorum; sağ sıradaki koltukta orta yaşlı iki kadın oturuyor. Bir tanesi çoktan uykuya dalmış bile, ağzı hafif açık, rüya görüyor belki. Pencere kenarında olan, çantasını karıştırıp bir şeyler ararken kendi kendine söyleniyor. Başımı hafif öne ve sağa doğru uzatıp, arkalarındaki koltuğa bakıyorum; gözlüğünü burnuna doğru indirmiş, kaşlarını kaldırarak elindeki kâğıtta yazılanı okumaya çalışan bir amca. Pencere kenarındakini göremiyorum. Sağ tarafta görüş açım bitti. Arka koltuğa bakacak kadar da cesaretli değilim elbette. Yerime yerleşir gibi yapıp hafif ayağa kalkıp tekrar otururken, önümdeki koltuklara bir göz atmış oluyorum. Sağdaki koltukta genç bir bayan, yanında yani benim önümde mızmızlanıp duran çocuğuyla ilgileniyor.
Tren yavaşlıyor, dışarıda önce azar azar evler ve sonra insanlar belirmeye başlıyor. Çünkü bir sonraki şehre, yani durağa gelmişiz. Duruyoruz. Bazı insanlar oturmaya devam ederken bazıları aşağı iniyor, trene yeni insanlar biniyor, bazı koltuklar boşalıyor, bazıları doluyor. Dolan koltuklardan bir tanesinin de benim yanımdaki olduğunu anlıyorum, yanıma oturup “İyi yolculuklar” deyince biri. “Size de” diyorum biraz üzülerek. Sesim ne biçim çıkıyor öyle! Saatlerdir sessiz kaldığım için boğazım kurumuş. Ihııhı, diyerek düzeltiyorum. Hemen ardından gelen bir esnemeyi zar zor kaçırıyorum içime. Ne olmuş bana böyle! Koltuğa olabildiğince yaslanmışım, bacaklarım ve ben koltukta hafif öne kaymışız. Yanıma oturan orta yaşlı, güzel giyimli beyefendinin, benim gibi genç bir adamı böyle görmüş olmasını kabullenemiyorum, zoruma gidiyor, kendime bir çeki düzen veriyorum; dik oturuyorum, kıyafetimi ve saçımı düzeltiyorum. Etrafıma bakıp duracağıma biraz kendime baksaymışım, diye hayıflanıyorum. Neyse. Tren hareket ediyor. Ben de yine solumdaki pencereme ve manzarama dönüyorum. Trendeki karmaşa tekrar durulmuş oluyor ve yine sessizlik.
Güzel, görkemli bir dağ belirmeye başlıyor yakınımda. Biraz inceleyince, mağara ağzına benzeyen bir oyuk görüyorum üzerinde. Hayal kurmak kolay ne de olsa; acaba diyorum, nasıl olurdu şu mağaraya çekilmek birkaç haftalığına, hoşuma giderse bir ay, belki ömür boyu? İnziva.
Düşünmek, dinlenmek için güzel olurdu, diye düşünüyorum. Kim ne der, diye düşünmezdim, örneğin mahcup olup oturuşumu ve kıyafetimi düzeltmek zorunda kalmazdım. Kimseye zarar da vermezdim hem. İç sesimi dinlerdim, özüme döner kendimi bulurdum. Güzel olurdu.
Dışarıya bakmaya biraz ara verip çantamdan çıkarttığım kitabımı okumaya karar veriyorum. Kaldığım sayfayı açıyor ve okuduğum bir cümlenin şaşkınlığıyla kitabı geri kapatıyorum. Pencerede gözlerim, zihnimde o cümle. Düşüncelere dalıyorum.
Yolculuğumun başladığı zamana dönüyorum. Herkesin trene yeni bindiği, yerini aradığı, yerleşmeye çalıştığı zamana. Sonra trenin sessizleştiğini hatırlıyorum. Benim insanları izlediğim ama onların beni fark etmedikleri hâlleri geliyor gözümün önüne. Yolda olduklarını unutmuşlardı, alışmışlardı yola. Sonra ben de unuttum hatta. Ve bu unutuşumu fark ettiğim “an” neydi böyle?
Anladım ki bu yaşadığım “an”;
Trene yeni adım atan bir yolcunun, uzun süredir trende olan insanlara bakışı gibi,
Dağın zirvesine çıktıkça manzaranın genişlemesi gibi,
Taktığım merceğin görüntüleri netleştirmesi gibi,
Ruhumun, algılarımın benden ayrılıp, olaylara, insanlara ve kendime, hayatıma dışarıdan bakabildiğim bir bilinç hâliymiş.
Bu bir, “farkındalık”
Yola çıkışımı, yoldaki seyrimi ve yolun sonunda beni neyin beklediğini hatırlatan bir uyarılma hâli.
Farkındalık yaşadığım her an ise bir “inziva”ymış.
Belki de Halil Cibran bunu kastetmişti kitabındaki o cümleyle:
“Münzevi, dünyadan sürekli ve bütün olarak tat almak için, parçalanmış dünyadan vazgeçen kişidir.“
Ve ben bunun için ne bir mağara, ne bir ıssızlık, ne bir yalnızlık istiyorum dağda. Şimdi trenden ineceğim ve trende yaptığım gibi;
yaşamaya devam edeceğim,
yeni inzivalar başlatıp çoğaltacağım hayatımda;
olayların, mekânların ve insanların arasında.
Yorum gönder