Portakal Ağaçlı Topraklar

Portakal Ağaçlı Topraklar

Yazar: Esma Şafak

Halep Tahliyesi, Aralık 2016 -Burak Berberoğlu, https://www.instagram.com/p/BbzPlw3lSlD

“Başkalarının acılarına bakmak ne zor.” (Burak Berberoğlu)

Yaşamanın ve kelimelerin anlamı her yıl değişebilir. Bazı değişimler, zordur. “Ya biz olsaydık” öyküsü.

15.03.2010

Sabah namazıyla hepimiz uyandık.

Annemle babam belki daha önce…Belki de hiç uyumadılar. Küçükken kış günlerinde hepimiz aynı odada uyurduk. -Sobalı evlerin çocukluktan hatırladıkları anılar hep birbirinin aynıdır.- Bir mesele olduğunda o gece fısıldaşmalarla günün kritiğini yaparlardı. Kapmaya çalıştığım kelimelerle fark etmeden uykuya dalmak en büyük mutluluklarımdandı.

Bizim uyku sersemliğimizin aksine onların seri hareketleri ve herkesin yüzündeki yastık izine karşın babamın gözlerine oturmuş kana bakılırsa bu gece de öyle olmuş, ciddi meseleler konuşulmuş. Sofraya oturduk. Biz neden yiyoruz bilmiyorum. Yarım saat sonra ablamları uğurlayıp düzelmemiş yataklarımıza geri koşacağız, o kutsal yataklarımıza. Annem oturmadı, tezgâhın iki tarafını Safa ile Merve bellemiş, koştukça koşuyor. Gerçi otursa da pek bir şey geçmez uğurlama günlerinde boğazından.

–Anne hadi sen de gel, gitmeden bir iki lokma yiyek birlikte.

Tehlikeli cümle. Gözleri doldu. Bu gözler ki, gidişin yaklaştığı son günlerde yaşarmak için “yol”, “ayrılık”, “gitmek” gibi kelimeleri kollar, söz bitmeden yanaklarına kadar çoktan yuvarlanmış olur. Ağladıkça gözünün yeşili derinleşir, denizin kulaç mesafesi aşılır.

Telaşla yiyecek sepetine bir şeyler sığdırmaya çalışıyor. Sepetin kapasitesinin iki katı kadar daha poğaça, bisküvi, meyve, atıştırmalık, tezgâhın üstünde duruyor.

15.03.2011

Sabah namazıyla hepimiz uyandık.

Annemle babam belki daha önce… Belki de hiç… Dolapta kalan son mürettebatla birer sandviç yapmışlar. Sandviç; tereyağlı iki ince ekmek dilimi arasına peynir, sucuk, salam gibi şeyler konularak hazırlanır, bizimki bildiğin ekmek arası peynir. Şu durumda kelimelerin önemi var mı? Bazı durumlarda onların bile yakasını bırakmalısın. Mesela bugün. Bugün pes etmek günü.

–Siz neden yemiyorsunuz?

Sadece bize yapmışlar, kaç gündür boğazlarından pek bir şey geçmiyor zaten. Korkuyorum. Garip şey. Adını duymadığım bir ülkeye gitmek, belki tekrar dönemeyecek olmak, tanımadığım insanların arabasına binmek, sınırdan kaçak geçmek, bilmediğim dilde konuşmak zorunda kalmak korkutmuyor beni. Birinin çocuğu olarak tüm bunlara maruz kalmak kolay geliyor. Üzerinde düşünmüyorum, çoğunun ne demek olduğundan haberim yok. Ama annemin yemek yememesi korkutuyor, babamın gözlerinin kızarması çok korkutuyor. Tüm korkmadıklarımla o an mı yüzleşiyorum?

Kan çanağına dönmüş, belli hiç uyumamış. Valizleri tek tek dışarı taşıyor. En küçük çanta için bile ayrı git gel yapıyor, oyalanıyor. Gidişimizi ertelemeye çalışıyor.

–Azık çantası hazır mı kele[1]?

Annem tezgâhtaki çantaya son domatesi koymaya çalışıyor. Bu yiyecekler bize üç gün boyunca yeter mi, bilmiyorum.

–Geldi bey, geldi! Sen arabayı çalıştırakoy ben indiririm.

15.03.2010

Koştum.

“Zorsunma[2] kız!” dedi. “Ablanlara arkadaki portakaldan üç beş kopar gel kele.”

–Hanım! Hep son dakika mı aklına gelir, bavulları yerledik çocuk arabayı çalıştıracak tam.

–Dur sen dur, hemen getirir. Kiraz kız onu çok seviyor, yolda aklına gelirse durduramazlar billah.

İki silah arası diye bir tabir vardır bizde. Adanalı olan bilir, düğünler, silah şovlar için uydurulan bahanelerdir. Ve bizim de arka arkaya sıkılan mermilerin bitip yeni şarjörün yerleştirilmesi arasında uydurduğumuz yarışlarımızın ilham kaynağı. Süre yaklaşık bir dakika. Görev, o an hangi iş varsa. Sofra bezini çırpmak, sürahiyi doldurmak, merdivenlerden inmek, zibili[3] dökmek, tuvaletten çıkmak hatta Allah affetsin, birkaç kez,namazı bitirmek oldu.

Yan mahallede düğün vardı. Ve tam da iki silah arasıydı annem portakalları söylediğinde. Kardeşlerimle göz göze gelişim oyunun başlama ziliydi. Topuklarımı vura vura koştum, kopardığım portakalların yüzüne bakmadan çoktan geri dönüş yolundaydım. Kazandım, genelde kazanırım.

15.03.2011

Koştum.

Araba çoktan çalışmıştı. Nefes nefese arkadaki portakal ağacından bir avuç yaprak kopardım. Hatıra. Kurşunlar vızır vızır geçmeye başladı yine. İki silah arası yapmıştık ama ben daha ağaca varmadan ses duyuldu. Kaybettim, son zamanlarda hep kaybediyorum.

Herkes arabada beni bekliyor. Annem kederli, ağlamak için hiçbir kelimeyi beklemiyor. Mütemadiyen yuvarlanan yaşlar neredeyse yanaklarında geçmeyen izler bırakacak. Bu zor günleri atlatsak bile onlar orada kalacak diye korkuyorum. Yine korkuyorum. Kardeşim yandan gülüyor:

–Kaybettin.

–Allahsızlar aralık vermiyor ki almışlar ellerine taramalıyı. Cırlazmak[4] için işe başka ülkeleri karıştırmana gerek yoktu yani.

Annemin dudağının kenarında bir kıvrım bekledim. Güzel gözlerini kısacak kadar olmasa da bir gülümseyiş içindi bu saçmalama. Olmadı.

15.03.2010

İnsan ağlamaz mı, ağlar elbet.

Ayrılık kolay değil. “Gurbet şifa bulmayan yara, yârin resmine bak bak ağla” demiyor mu şair?

–Demiyor, okunmayan bir şair olmak istemiyorsan sen de deme abla.

–Sesli mi söyledim?

–He.

–Annem gülsün diye. Allah, sonunda kavuşmak olmayan ayrılık vermesin anne. Yoksa özlemek çok fiyakalı bir duygu.

–Bize bi bak hele kızım. Fiyakalı bir hâlimiz var mı? Ağzımız burnumuza karışmış ağlamaktan.

Küçük bir kıvrım, zemin hazır.

–Böyleyken bile çok havalısın annem, Türkan Şoray’dan daha güzel ağlıyorsun Allah şahidim.

–Git işine, eğlenirsiniz benimle.

Gözleri kısıldı, kasvetli hava dağıldı. Görev tamam.

–Ben uyumaya gidiyorum, yatağım beni bekler.

–Dur, dur. Şu telefondan Türkiye haritasını aç da öyle git.

Ablamların Van’a tayini çıkalı üç yıl oldu ve annemler üç yıldır her yola çıktıklarında arkalarından haritayı açıp geçecekleri şehirlerin hava durumlarına bakarlar. Sonra arayıp “Elazığ’da don görünüyor, bir yerde geceleyin de, yarın devam edin. Bingöl’de kar varmış, aman oğlum yavaş sürün.” gibi güncel uyarılar verirler. Açtım verdim, yoksa bilirim bırakmazlar.

15.03.2011

İnsan ağlamaz mı, ağlar elbet.

Ev, bucak, bahçedeki ağaçlar, kümesteki tavuklar bile ardımızda kaldı. Arkada bırakıp gitmek kolay değil. Arabada tiz bir sessizlik var. Ara sıra annemin iç çekişleri bozuyor. Camdan gözümü ayırmıyorum. Ait olduğum yere tekrar dönememe ihtimalimin, gelsem bile aynı yeri bulamayacağımı bilmenin baskısını hissetmek tatsız. Her şeyi aklımda tutmaya çalışıyorum ama ne kadarı kalır diye düşünürken bazılarını son kez görmeyi kaçırıyorum.

Mekândan gitmek. Tamamıyla somut bir ayrılık. Fotoğrafların bile zamanla renkleri solarken bir yeri kalbinde ne kadar yaşatabilirsin ki? Önce renkler dağılmaya başlar sonra detaylar kaybolur. Sona en çok kullandığın birkaç eşya kalır. Belki de hiç önemi olmayan bir musluk başı.

Dışarı bakarken gözlerimin odağı yakın plana kayıyor. Arkasındaki evler bulanıklaşıp camdaki sinek netleşiyor. Kolu çevirip camı açmaya çalışınca sessizlik bozuldu. Hep bir ağızdan:

–Ne demeye açıyorsun kele camı, hava buz görmüyon mu? (Sonradan öğrenecektik ki bizim memleketin buz havası gideceğimiz yerin baharıymış, vay ki vay.) Yol hâlinde hastalandıracak mısın bizi?!

–Sinek, diyebildim. O çıksın diye açmıştım. Yazık hayvan da sürüklenip gitmesin bizimle. Ardında bekleyeni vardır, gurbetlik çekmek zorunda mı?

İtiraz etmediler.

15.03.2010

–Kaybediyoruz ağzını gırdımın!

–Mustafa, söyleme şu malamat[5] lafı çocukların yanında diyom sana! Hatta hiç söyleme!

Akşam olup ablamlar öğretmenevine yerleşince bizimkiler rahat bir nefes almış, harita nöbetlerine de ara vermişlerdi. Babamın şu anda en büyük derdi Adanaspor’un yediği gollerdi. Hop oturuyor, sağ ayak sol dizin altında kalıyor, hop kalkıyor, sol ayak sağ dizin altına alınıyor. Adamcağız izlerken yoruluyor.

Hakem bitiş düdüğünü çalınca etrafını görmeye başladı.

–Yine duygulu şiirler mi yazıyon eşek gözlüm?(Ona göre bu bir iltifat, açıklaması; en güzel gözün eşeklerde olması. Gariptir benim de hoşuma gidiyor.)

–Bu sefer öykü, bizi yazıyorum baba. Öğretmen yarışmaya kattı beni. Şiirlerimi okuma şerefine erişmiş tek insan olarak ilk hikâyemi de sana ithaf edeceğim.

–Yaz tabii, şiir de yaz hikâye de yaz. Eli kalem tutan insan soyka[6] çıkmaz, merhametli olur. Aldansa da aldatamaz.

Tam uyumak için odasına doğru gidiyordu ki çok önemli bir şeyi unutmuş gibi aniden geri döndü:

–Amma şiveli yazma, şiveli cümleler araya gider[7] kimse okumaz, beğenmez öğretmenin, dedi.

–Şiveli yazmazsam seni nasıl yazacağım baba.

Can evinden vurmuştum, tek cümleyle nakavt. Gelip tebrik etmesini bekliyorum.

–Tabi, beni de yazacan de mi?Öyleyse bildiğin gibi yaz ama güzel yaz.

15.03.2011

–Kaybediyoruz ağzını gırdımın!

Radyoda bizim anlamadığımız kelimelerle savaşı kaybettiğimiz mi ilan ediliyordu? Annem bu cümleden sonra hep babama söylenirdi, “Çocukların yanında bu ne biçim konuşmak!” derdi. Bu kez demedi. Usul usul ağladı.

Öyle gittik, gittik. Arabada ne kadar kaldık, kaç saat geçti hiç bilmiyorum. Başımı defterden kaldırdım, hava çoktan kararmış. Annem yan koltukta yorgunluktan uyuyakalmış. Kardeşimin düzenli nefes sesleri duyuluyor. Babamın artık sürecek takati kalmayınca arabayı kenara çekti. Arkasına dönünce, bir şeyler yazmaya çalıştığımı gördü:

–Yine öykü mü?

–Ondan.

–Şiiri temelli bıraktın sen de o yarışmadan sonra. Galan[8] babana bir akrostiş bile yazmayacaksın herhâlde.

–Hikâyede herkesi ben konuşturuyorum, ne istersem onu söylüyorlar. Sana bile sözüm geçiyor baba ehehe.

Dudakta hafif bir gülüş kıvrımını yakaladım. Aferin bana. Saçmalamam başarılı.

–İyi ya, yaz o zaman. Ama acı şeyler yazma, kimseyi ağlatma. İnsanlar hikâyelerde bari mutlu olsun.

–Babamın hikâyesini de yazamam o zaman.

Nakavt.

–Ne desem bildiğin gibi yapacaksın değil mi? Yaz eşek gözlüm, bize inanmaları için acıları da yaz. Ama en azından sonu güzel bitsin.


[1] Adana şivesinde kullanılan, kadınlara yönelik bir hitap şekli.

[2] Üşenme

[3] Çöp

[4] Oyunbozanlık yapmak

[5] Rezil, kepaze

[6] İşe yaramaz insan

[7] Boşa gider, ziyan olur

[8] Artık, bundan sonra

Yorum gönder