Bilginin İmana Eziyeti ya da Hizmeti
Yazar: Mustafa Eser
İnanmak zihnin kabiliyeti olan bilme ile belki desteklenebilir. Ya da iman etmeye bilme ile adım atılabilir; ama bilmeye, yaşamın ve yaşam sonrasının tasarımına adanmışlığı mecbur kılacak inancın illeti payesi vermek pek çok arızayı peşinen kabul etmek olacaktır. Çünkü bilme kabiliyeti bünyeye göre değişiklik gösterebilir.
“Platon’dan beri Batı, akılcı ve analitik düşünceye vurgu yapmıştır. Bu da bilinçli yaşamımızın “bölümlerini” oluşturan düşünceler ve karar verme kurallarından ibarettir. Bu mantık, doğal olarak beynin hesaba dayalı ya da bilgisayar modeline varır, ancak bunun bedeli insanın diğer tarafının, bilgi ve deneyimi temsil eden içgüdüsel tarafını, yani erdem, hayal gücü, yaratıcılık vb özelliklerini içeren yönünü gözden kaçırması olur.”
Danah Zohar – Kuantum Benlik
İnsan zihninin işleyişinin ve bilinç üretiminin evrensel ve kabul edilmiş bazı kuralları vardır elbette. Ama birçok araştırma insanın her türlü yönlendirmelerden azade bir zihni faaliyet yapabilmesinin pek de mümkün olmadığını ortaya koyuyor. İnsan “insani” evsaftan soyunmuş, salt entelektüel bir netice, bir enformasyon ortaya koyamıyor. Bilimsel yöntemlerin evrensel olduğu ön kabulü de bu bağlamda sorgulanmaya mecbur gibi görünüyor. Madem arındırılmış saf çıktılar mümkün değil o halde ortak paydalar ve cihanşümul makbullükte neticeler ne şekilde elde ediliyor ya da edilebilir?
Beynin nasıl bilinç ürettiğine dair insanlar düşünmeye devam ediyorlar ve meselenin özü düşünmeye dair düşünmek olunca kendine otopsi yapmaya çalışan cesedin zorluklarına benzer süreçlerle boğuşuyorlar. Öncelikle bilinç kelimesi ile ne kastedildiğinde mutabakat var mıdır, bilmiyoruz. Bilmenin de ne demek olduğu farklı açıklamalarla izah ediliyor. Bilmeyi ve bilme üzerinden bilinci mutlak hakikat olarak merkeze almaya burada bir soru işareti konulabilir. Bilmeyi küçümsüyor değiliz ama bilmeyi merkeze almayı da sorgulamaya değer buluyoruz. İnsanın bilebildikleri üzerinden anlam inşa etme ve hayatını bu anlama adayarak varlığını değerli kılma çabası da aynı derecede sorgulanmayı hak ediyor. Bilmenin ardından gelecek anlama ameliyesi ve anlamın kendisi; bilmenin, bilinenin ve haliyle bilenin sınırlarına mahkûm olmaz mı? Hele bir de bilme çabası inancın konusu ise? Bu bağlamda iman etmek bilmenin ardılı olabilir mi?
İnanmak zihnin kabiliyeti olan bilme ile belki desteklenebilir. Ya da iman etmeye bilme ile adım atılabilir; ama bilmeye, yaşamın ve yaşam sonrasının tasarımına adanmışlığı mecbur kılacak inancın illeti payesi vermek pek çok arızayı peşinen kabul etmek olacaktır. Çünkü bilme kabiliyeti bünyeye göre değişiklik gösterebilir. Ve bilinen şey aktarıldığında yanlış da aktarılabilir. Pek çok bilme şekli ve bu şekillerin de bünyelere göre yine pek çok halleri de olacaktır. Bilinen şey depolandığı bünyede de bünyeyi etkileyen etkenlerle de tahribata uğrayacaktır. Zira zihin depoladıkları üzerinde pek çok anlaşılabilen ya da anlaşılamayan gerekçe ile işçilik yapmakta ve bilgiyi depolandığı zamandan sonra bambaşka bir hüviyete sokabilmektedir. Bilineni harici bir kayda aldığınızda da durumu tamamen kurtarmanız garanti değildir. Böyle durumlarda da bilinenin şeklî kaydı bilmenin amacı olan bilendeki tesiri aktaramayacaktır. Zemin kaygan ve tekinsizdir. Aynı durum iman için de geçerli değil midir? Evet, benzeri şekilde iman için de bu durum geçerlidir. O yüzden iman etme hali, her daim tazelenmeyi ve teyakkuzu zorunlu kılar. İmanda son merhale yoktur.
İman, bilmede çoğu zaman olduğu üzere; şeyleri mutlak kuşatma çabasından azadedir. Bu bir vazgeçiş değil bilakis olgunluk halidir: Kuşatmanın imkânsızlığını anlayıp tanıma gayreti ve tabi/teslim olma olgunluğu halidir. Bu halde teslimiyetin huzuru yaşanır. Bu teslimiyetten sonra zaten anlam kişiye ikram edilir. Bilmiyorum, makamı; bilmiyorum ve anlıyorum makamı… Yollar açılır belki de daha nice haller ikram edilir. Bilme de yatay bir aktarım kalıptan kalıba evrilerek ve nihayet baştaki halinden çokça değişerek yayılabilirken; iman dikey düzlemde her kişinin hususi deneyimi ile mümkün olabilendir. Dolayısıyla taklit edilemez ve yanlış bir surete de bürünemez. İmanın yanlışı olmaz ama insan yanlış bilebilir. Bir de iman gayedir. Bilme ise ancak bu gayeye matuf olduğunda meşru olabilecek bir araçtır.
Bilme, bilinene tahakkümü de içerir sanki. Bilen bilinenden âli değil midir? O halde imanın temel konusu Rabbimiz olan Allah’ı bilmeden nasıl bahsedebiliriz? Bilende bilinen, nesne değil midir? Allah, hangi irtibatta nesne olabilir? Biz, “mutlak fail” olan Rabbimizin herhangi bir meselede nesne olamayacağına inanırız. Allah, her durumda mutlak fail haldedir. İnsanın fail olduğu durumlarda da yine Allah’ın müsaadesi ve takdiri münasebetiyle mutlak faillik değişmez. Ama bu insanın alacağı kararlarda Allah’ın insanın takdirini ortadan kaldırdığı anlamına da gelmez. Allah’ın müsaadesi/takdiri/hâkimiyeti/bilmesi, insanın takdirinin yönüne değil takdirin imkânına delalet eder. Yani Allah izin verdiği için insan yapar ama Allah’ın verdiği izin, insanın yapma yönüne ve niyetine şekil vermez. Aynı düzlemde Allah’ın bilmesi eylem yapanın eylemine yön vermez: Allah bildiği için yapmaz kişi, o kişi yapacağı için Allah bilir. Varlığın en temel katmanında Allah’ın failliği/özneliği ise değişmez.
Bilme, aynı zamanda bilme eyleminin sağlamasını her defasında yaparak beynin/zihnin/bilincin delillerle ikna edilmesini zorunlu kılar. Şayet bilmeyi inancın temeline koyduğumuzda her durum ve şartta “evrensel” olduğu kabul edilen delillendirmeler de iman için temel teşkil edebilir, demiş oluruz. İman, bu derekeden daha üstte bir mertebededir. Çünkü bilmenin usulüne dair “evrensel” ilkeler insanın algılarının bir neticesidir. Hatta sezgilerinin ve donanımları ölçüsünde kabiliyetlerinin… Yalıtılmış ve arındırılmış algı/sezgi/ölçüm/kanaat ise neredeyse imkânsızdır. İnancın temellendirilebilmesi ve delillendirilebilmesi o kadar önemlidir ki buradan hareketle Kelam isminde bir okul bile neşet etmiştir. Ama bu ispat yöntemleri, modern aklın bilimsel deneyselliği ile aynı şey değildir. Burada bambaşka bir niyet ve çaba söz konusudur. Büyük bir edep ve hayret makamı ile taliplik, öğrenmeye iştiyak ve her an yanılabilmeyi göze alan bir namustan bahsediyoruz. Tabi olduğu hakikati kişinin korumasından değil; hakikatin mukavemetini artırıp müntesibini koruyacak donanıma gelmesi için gösterilen çabadan bahsediyoruz. Tabi olmak için diz çökmekten; tasallut için tahakküm şehvetinden değil.
Bulunduğumuz varlık katmanında bu katmanı duyumsamaya yarayan aklımızın bu denli yönlendirilmeye müsait oluşunun farkına vardığımızda; genelde varlığın anlamının, özelde ise varlığımızın anlamının imana işaret etmesinden daha sıhhatli bir yol olmadığını göreceğiz. Buna örnekliğin ise varlık katmanları arasındaki geçişi ve akışı sağlayan nübüvvette olduğunu anlayabileceğiz. Burada bilginin, keşfedilen ya da icat edilen değil Allah’ın bu yol ile ikramı olduğunu; bunun ise yalnızca bir yönerge olduğunu, aslında imanın ve iman edileceklerin bilgi ile sınırlandırılabileceğini fark ediyoruz. Bir tür filtre ya da bir tür kötü tercüme misali bir daraltmadan bahsediyorum. Bilmenin ve bilginin imana erdirmeyen biçimlerinin ise uçamayan ama adı uçak olan mekanik bir kekremsilikle ve anlamsızlıkla nihayete ereceğini düşünüyoruz.
Bilginin bilince dönüşmesi ve anlamı ucundan görmesi, anlama bir şekilde temas etmesi insanın sancılarına merhem olmuyor. Bildikçe saldırganlaşan insanın, bildikçe bildiğini bozup, şahsi çıkarlarına hizmet etsin diye çabalayan insanın sancısı dinmiyor. O halde bilmeyi ve bilgiyi kutsamadan kullanışlı ve verimli bir iman aracı olarak görmenin en muteber yol olabileceğini iddia etmiş olalım. Ama bu aracın itibarının yalnızca imana hizmet ettiği ölçüde muhafaza edilebilecek olduğunu da unutmayalım.
Bilmiyorum, diyebilenlere selam olsun!
Bilmiyorum ve anlıyorum, diyebilenlere…
Yorum gönder