Bizim Mahalle

Bizim Mahalle

Yazar: Ayşegül Canyiğit

Saat 06.00. Gözlerimi çoktan açmışım bugüne. Benim yerime uyuyakaldığını düşündüğüm alarmın sesini duymadan yataktan kalkasım yok. Azıcık daha uyuyayım, diye niyetlenmişken telefonumun zırıltısıyla irkiliyorum. Tamam, kalktım.

Uyku mahmurluğum gider düşüncesiyle sarı renkten hâllice güneşliğime asılıyorum, aman Allah’ım, ne güneş ama!

Mahalleli henüz uyanmamışken mahalleyi turlamaya niyetleniyorum. Belki bilmezsiniz, sabahları bizim mahallenin ayrı bir ketumluğu vardır. Evvelki gecenin suç mahallîğini yapmış gibidir âdeta. Kapı-baca mühürlenmişçesine kapalı, iç içe gecekondular gölgelerini dahi paylaşmaya niyetsiz. Ancak dinlemesini bilene açık eder kendini. Bu yüzden şu soğuk kaldırıma oturuyorum. Kafamı kaldırıp pencere pervazlarına, kapı önünde unutulmuş çalı süpürgelerine ve yol ortasındaki el arabasına bakıyorum. Hiçbiri bir şey anlatma niyetinde değil. Yahut benim anlamaya mecalim yok.

Bir pedal sesiyle kopuyorum kafamdakilerden, bizim Ferit. Mavi bisikletiyle yekvücut olmuş, yokuşu tırmanıyor. Sıska bedeni, cılız elleriyle o koca bisiklete nasıl hâkim oluyor, hep merak etmişimdir. Arkasından sesleneyim diyorum o sırada, ne yazık ki sesim çıkmıyor.

Ayaklarımı sürüye sürüye ilerlemeye devam ediyorum. Bu defa kırmızı tabelasıyla Cevdet Usta’nın tamirhanesi ilişiyor gözüme. Cevdet Usta koltuğa büzülmüş, uyukluyor. Yanında benim pikap. Tamir etmiş demek ki. Dükkânın camına hafiften tıklayayım diyorum ama elim kalkmıyor yerinden.

Gerisin geri evimin yolunu tutuyorum. İlerlerken güneşten renkleri pörsümüş çamaşırlar, askısından kopup gökte bir iki süzülerek önüme düşüyor. Eğilip toplamaya meylediyorum, eğilsem bir daha doğrulamayacak gibiyim. Yoluma devam ediyorum. Bugün içimden hiçbir şey gelmiyor sanki, sadece yürümek istiyorum.

Evimin önüne vardığımda önünde irikıyım iki adamla koca kasalı beyaz bir kamyonet karşılıyor beni.  “Haydi be abicim, işimiz gücümüz var. Aç şu kapıyı da yükleyelim eşyaları.” Öyle ya, bugün taşınıyorum. Hiç hâlim yok, yarına kalsa ya bizim şu iş, demeye cesaret edemiyorum. Bilirsiniz belki, “yarına kalsın” cüzzamlı bir cümledir. Ardı ardına tüm yarınlarınıza bulaşır; sezdirmeden, yavaş yavaş. Hoş, ben alışığım ama kamyon şoförü beylerin buna razı olacağından pek emin değilim. Bu yüzden sessizce kapımı aralayıp içeri buyur ediyorum onları. Eşyaların toplanması çok sürmüyor zaten. Ben de öylece arkaya, koltukların arasına yerleşiyorum. Anahtar, kontak, debriyaj ve gaz. Gidiyoruz. Gidiyorum.

Arkamızda mavi bir bisiklet, bizim Ferit. “Aabiii, bu çiçeği unutmuşsun!” bisikletin arkasında, saksısında yıllanmış küpeli çiçeğim. Ferit hızlandıkça hızlanıyor, öyle ki çiçeğin yere düştüğünü fark etmiyor bile. Saksı parçaları bir tarafa, morlu beyazlı çiçekler bir tarafa savruluyor. İç çekiyorum derinden ama olsun, diyorum. “Olsun, en azından o kendi toprağında can vermeyi başarabildi.”

Yorum gönder