Medeniyet Kavramı Üzerine Tanımlar ve Yaklaşımlar

Medeniyet Kavramı Üzerine Tanımlar ve Yaklaşımlar

Yazar: İbrahim Ethem Okuyan

Medeniyet kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı “civilization”dır. Yani “uzanmak ve bir yerde bulunmak, yeri belli edilmiş olmak”tır. Kelime ilk defa Mirabeau Markisi Victor de Riqueti tarafından 1757 yılında kullanılmış ve kısa sürede diğer Avrupa dillerine yayılmış, gerek Latincedeki “civilization” kelimesi gerekse Türkçedeki “medeniyet” kelimesi, kök manası itibarıyla “medine” yani “şehir” olarak kullanılmıştır. Yunancada şehir anlamına gelen “polis” kelimesi de “civitas” gibi “nezaket, kibarlık, incelik” manalarını taşımakta ve tarihî gerçeklik bundan farklı olsa da insanların akıllarını özgürce kullanmalarını ve sorunlarını şiddete başvurmadan çözebilmelerini ifade etmektedir. Osmanlıcada XIX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan medeniyet kelimesi sözlüklerde “ünsiyet, tehzib-i ahlâk, te’dib-i ahlâk, te’nîs, te’dîp, zariflenme” olarak tercüme edilmiş; “medeni” kelimesi de “munis, mühezzebü’l-ahlak, edeblü” ifadeleriyle karşılanmıştır. (Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve Ondokuzuncu Yüzyıla Dair Araştırmalar, Tuncer Baykara) Kınalızâde Ali Çelebi, bu manaları içerecek şekilde “temeddün” kelimesini kullanmış ve manasının “ictimâ’-ı efrâd-ı insan” olduğunu söylemiştir. İnsanların bir araya gelmesinin ve medeniyet kurmasının amacı, erdemli bir toplum inşa etmektir ki “anda olan temeddün ü ictimâ’ın sebebi hayrât ü mesâlih ola.” (Ahlâk-ı Alâî) Bu tanımlar, medeniyet ve medenilik kelimeleri arasındaki etimolojik-kavramsal ilişkiyi de ortaya koymakta, medeniyet fikrinin tarihî gelişimi hakkında önemli ipuçları vermektedir.

“Civilization” kelimesinin XVIII. yüzyılda Fransız yazarlar Voltaire (1694-1778) ve Mirabeau (1749-1791) tarafından kullanılmasının ve geliştirilmesinin akabinde İngiliz yazarlar tarafından da “barbarlık” ya da “barbarizm” kavramına karşıt olarak kullanılmaya başlanmıştır. Barbarlık karşıtı olarak medenilik, insani-hukuki-ahlaki tutum ve davranışları, iyi terbiye hâlini ve ileri düzeyde gelişmiş toplumu ifade etmektedir. Medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî, fiziki, siyasi ve ekonomik düzeni ve insanlığın gelişmiş bir aşamasının göstergeleri olan medeni olma, yani iyi terbiye, nezaket, edep ve geleneklere sahip olma durumudur. Bu anlamda medeniyet; barbarlık ve barbarizmin karşıtıdır. Birey ve toplum medeni olduğunda, kurdukları düzen de medeniyet adını verdiğimiz büyük yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Bir başka ifadeyle medeniyet, bireylerin ve toplumların birbirleriyle olan ilişkilerinde, evrenle olan münasebetlerinde medeni, ahlaki ve insani bir tutum içinde oldukları zaman anlamlı ve mümkün hâle gelmektedir. Dolayısıyla genel olarak somut kültür, sanat eserleri, birikimler ve yapılar medeniyetin göstergesi olsalar da kendi başlarına medeniyet ölçütü olamazlar. Bunlar bir toplumun belli dönemlerde elde ettikleri kazanımları ve üstünlüğü ortaya koymaktadır. Çünkü medeniyeti ortaya çıkaran medenilik hâli, daha temel ve kalıcı bir niteliktir. Bu noktada Batı ve İslam geleneklerinde gelişen medeniyet anlayışını, bu anlayışın temellerini ve dinamiklerini bilmek doğru bir medeniyet algısına ulaşmamıza yardımcı olacaktır.

Batı Geleneğinde Medeniyet Algısı

Civilization teriminin kökü; uzanmak ve bir yerde bulunmak, yeri belli edilmiş olmak gibi anlamlara karşılık gelmekte ve bu bağlamda terim Latince “kent” anlamına gelen “civites” ve kentin sakini anlamındaki “civis”ten türetilmiştir.

“Medeniyet” sözcüğü Yunan-Latin köküne rağmen oldukça yenidir. XVI. yüzyıl Avrupasında kullanılan medenileşmiş (civilized) ve medenileşmek (to civilize) sözcüklerinden oluşturulmuştur. The Oxford English Dictionary “medeniyet” terimi ve türevlerinin anlamlarını “İnsan toplumunun gelişmiş ya da ilerlemiş hâli; belli bir aşama ya da bu gelişmenin belli bir türü, ayrıca toplumdaki bireylerin insanileştirilmesi” olarak açıklamaktadır. Buna göre medenileşmek, barbarlıktan kurtulmak, insanlıkta yükselmek, gelişmek ve evcilleşmek olarak da anlaşılabilir. Ancak XVIII. yüzyıldan günümüze medeniyet terimine farklı ve daha geniş anlamlar eşlik etmiştir. Bu da genel olarak Batı’da insanların medeniyet anlayışını etkilemiştir. XVIII. yüzyılda Fransızlarca düşünülen ve geliştirilen medeniyet kavramı, zamanla İngilizler tarafından barbarlık ya da barbarizm kavramına karşıt olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte Avrupa egemenliğinin dünyaya yayılması esnasında, Batılı güçler kendi medeniyetlerini insani gelişim standardı olarak yaymışlardır. Bu bağlamda medeniyet kelimesi; mimari, resim, edebiyat, heykel, müzik, felsefe ve bilim gibi edinimlerle bir milletin sosyal ve fiziksel çevre üzerinde denetim sağlamaktaki başarısını ifade edebilmek için kullanılmıştır. Ancak B. Sheppard Clough’a göre “Medeniyetin derecesi, insanlara sağlanabilen fiziksel ve sosyal güvenlik boyutuyla ilişkilidir. Eğer bir grup insan, yüksek düzeyde estetik ve entelektüel eser üretiyor ve çevresine fiziksel ve sosyal güvenlik sağlıyorsa, o zaman medeni olarak nitelenebilir. Buna karşın bir insan grubu nitelik ve nicelik yönünden medeniyet ilkeleri olarak görülen alanlarda ne kadar başarı göstermişse, o kadar medenidir.” (The Rise and Fall Civilization) Nitekim Clough, fiziksel ve sosyal güvenliği, medenileşme sürecinde iki önemli faktör olarak görmektedir.

Medeniyet kavramının kullanımı için Huntington, “medeniyet kavramı, toplumları değerlendirmek için standart sağladı ve XIX. yüzyıl boyunca Avrupalılar, Avrupalı olmayan toplumların değerlendirilmesi için kıstaslar geliştirmek konusunda çok fazla entelektüel, diplomatik ve siyasal enerji harcadılar.” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Samule P.Huntington) açıklamasını yapmaktadır. Bunun yanında Edward B. Tylor medeniyeti “içinde sanat ve bilimlerin ve aynı zamanda siyasal yaşamın çok iyi geliştiği ileri kültür düzeyi” (Primitive Culture) olarak tanımlamaktadır. Gordon Childe, medeniyetin temel özelliklerini “içsel sosyal hiyerarşiler, uzmanlaşma, kentler ve kalabalık nüfuslar, matematik ve yazım sanatının gelişimi” (Tarihte Neler Oldu?) olarak görmekte; Will Durant ise, medeniyeti “kültürel üretimi teşvik eden sosyal düzen” (Medeniyetin Hikâyesi) olarak açıklamaktadır. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi kültürel ve sanatsal üretim ancak sosyal ve hukuki bir düzen kurmakla mümkünse de yeterli değildir. Öncelikle sosyal ve hukuki düzenin özgürlük, şeffaflık, esneklik ve adalet gibi ilkeleri esas alması gerekmektedir. Durant bu temelden hareketle medeniyetleri dört ana unsurun inşa ettiğini söylemektedir. Bu unsurları; ekonomik varlık, siyasi düzen, ahlaki gelenekler, bilgi ve sanatın peşinden gidilmesi olarak sıralamaktadır. Elbette bu unsurlara coğrafya, nüfus, iklim, yönetim biçimi, eğitim gibi başka unsurlar da eklenebilir. Görüldüğü gibi medeniyet gibi çok katmanlı ve dinamik yapıları tek bir unsura indirgemek mümkün değildir. Bu noktada İbrahim Kalın’ın “Medeniyet inşası, özgürlük ile anlamın, değer ile gerçeğin, ilke ile düzenin, tercih ile şartların buluşma noktasında ortaya çıkan bir ameliyedir.” (Barbar, Modern, Medeni) tespiti isabetli olmuştur.

Bunun yanında medeniyet kavramını Batı geleneği içinde ele alan en ünlü düşünürlerden olan Norbert Elias’a göre, medeniyet çok çeşitli olguları içerisinde barındırır. Teknolojik düzeyini, görgü türünü, bilimsel bilginin gelişimini, dinî düşünceler ve gelenekleri yanında, konut tipini, erkek ve kadınların birlikte yaşam tarzını, yargısal cezalandırma biçimini veya gıda üretim tarzını da ifade edebilir. Elias’ın medeniyet kavramına uygun olarak Huntington, medeniyeti daha yüksek düzeyde bir kültürel varlık olarak görmektedir. Medeniyeti, insanları diğer canlı türlerinden ayıran geniş bir kültürel kimlik ve bunun insanların en yüksek kültürel gruplanması olduğu kanısındadır. Ayrıca Huntington “kimlik düzeyleri”nden de bahsetmektedir. Köyler, bölgeler, etnik gruplar, uluslar ve dinî grupların hepsinin farklı düzeylerde kültürlere sahip olduğunu ancak medeniyetin en geniş kültürel kimlik olduğunu söylemekte, medeniyetlerin ölümlü olmakla birlikte uzun yaşadığını, gelişip adapte olduklarını, yükselir ve düşer olduklarını, kaynaşır ve ayrışır olduklarını ve de en nihayetinde de yok olduklarını savunmaktadır. Bu bakış açısıyla, medeniyetleri tarih boyunca gelişim bağlamına yerleştirmekte ve medeniyeti, temel belirleyicisi olan din ile birleştirmektedir. Bunu da şöyle ifade etmektedir: “Ancak medeniyetleri tanımlayan tüm objektif unsurların en önemlisi genellikle dindir. İnsanlık tarihindeki önemli medeniyetler, büyük ölçüde dünyanın büyük dinleriyle âdeta özdeşleşmiştir.” (Malik Bin Nebi’de Medeniyet, Bedran Bin Lahsen) Medeniyetlerin oluşumundan gelişimine dinin katalizör görevi üstlendiği konusunda İbn Haldûn, Toynbee, Bin Nebi ve diğer medeniyet bilginleri aynı görüşü paylaşmaktadır. Yani medeniyet, temelde dine ve tarihsel sürece dayanmakta ve bir mekân-zaman konumuna sahiptir.

İslam Geleneğinde Medeniyet Algısı

Arapçada medeniyet kavramına karşılık gelen iki terimden bahsedilmektedir. Birincisi şehir, yerleşke, yerleşik olunan yer anlamında, “m-d-n” kökünden türeyen “temeddün” kelimesi; ikincisi de İngilizce “medeniyet” kelimesinin Arapçadaki güncel karşılığı olan, varlık, gelişmekte olan arazi ya da yerleşik anlamına kullanılan “hadâra” kelimesidir. Bu kelimelerden de anlaşılabileceği gibi medeniyetin iki yönü ön plana çıkmaktadır. Birincisi yerleşme, ikincisi ise gelişmişliktir. Medeniyet terimi tanım olarak, İslam kültürel geleneğinde iki aşamadan geçmiştir. Birinci aşama da İbn Haldûn tarafından XIV. yüzyılın başlarında düşünülmüş olup XIX. yüzyılın sonlarında ikinci aşamaya ulaşılmıştır.

Birinci Aşama

Medeniyet terimi, İbn Haldûn tarafından XIV. yüzyıl başlarında kullanılmış ve üç terimden söz edilmiştir. Bu terimler: “hadâre”,“umran” ve “ilmü’l-umran”dırİbn Haldûn medeniyeti, insanlara özgü bir nitelik olarak değerlendirmiştir. Ona göre medeniyet kavramı, insanların gereksinimlerini karşılamak için kentlerde barınmaları, yerleşmeleri ve beraber yaşamalarının getirdiği rahatlıktır. Medeniyet terimine bundan farklı olarak, “insani sosyal örgütlenme için vazgeçilmez yapılanma” (Mukaddime) anlamını da yüklemiştir. İbn Haldûn’dan söz ederken kendisinden önce ve sonra gelen Müslüman tarihçilerin ve filozofların katkılarını ihmal etmemek gerekir. Taberî (M. 838-922), Fârâbî (M. 872-950), Mesûdî (öl. M. 957), İbn Hazm (öl. M. 1063) ve diğerleri İbn Haldûn’un medeniyet teorisini geliştirmesi açısından büyük önem taşımışlardır. Ancak onun gibi bu konuda kendilerine özgü teoriler ortaya koyamamışlardır.

İkinci Aşama

Medeniyet kavramının ikinci aşaması olarak Müslüman bilim adamları, düşünürleri ve akademisyenlerinin modern Avrupa ile ilk çatışmalarının yaşandığı XIX. yüzyıl sonlarını gösterebiliriz. Bu aşamada İslam dünyasında “medeniyet” kavramını yorumlamada iki eğilim ortaya çıkmıştır. Başlangıçta, Rifâa et-Tahtâvî (1801-1873), Muhammed Abduh (1849-1905) ve Reşid Rıza (1865-1935), bu terimi Arapça medeniyet ve onun eş anlamlısı temeddün olarak tercüme etmişlerdir. XX. yüzyılın ikinci çeyreğinde ise, hadâre “medeniyet” olarak kullanılmıştır.

Bir sonraki yazımızda farklı bilim dallarının medeniyet kavramına bakış açılarını incelemeye çalışacağız.


Yorum gönder