Medeniyet ve Düzen
Yazar: İbrahim Ethem Okuyan
Kadim geleneklerin düşünce dünyasında, dünyanın maddi nitelikleri ve bunların dayandıkları nizam, düzen, adalet, ölçü ve ahenk gibi kriterlerin arasındaki ilişkinin temeli, üzerinde her daim düşünüle gelen bir mesele olmuştur. Kavramlar arasındaki ilişkileri anlamlandırabilmek için hangi kaynaklardan beslendiğine bakmak gerekir. Nasıl ki tabiat ile insanın birbirlerini tamamlıyor oluşu onların aynı evrensel ilkelerle beslenmesinden kaynaklanıyorsa, âlem tasavvuru, dünya görüşü, ahlak sistemi ve medeniyet gibi kavramların arasındaki ilişkiyi sağlayan şey de evrensel kurallarla insana yön veren erdemlerin aynı kaynaktan besleniyor olmasıdır.
İnsan ile tabiat arasındaki yakınlık ilişkisi, iki varlık düzeyinin de aynı ilkelerle besleniyor oluşunun doğal bir sonucudur. Bu yüzden bir medeniyetin binasını oluşturan şehir hayatı ve sosyal düzenin kendisine temelde model olarak aldığı şey, kozmik düzenin ilkeleridir. Modernite öncesi medeniyetlere baktığımızda da bu durumun değişmediği, adalet ve düzeni subjektif ilkeler olarak değil, evrenin yapısı ile kendi yaşam biçimleri arasında bağ kuran objektif ve kozmik ilkeler olarak kabul ettikleri görülmektedir.
Kozmik düzen ve sosyal düzen arasındaki ilişki, kadim medeniyetlerde olduğu gibi XX. yüzyıl düşüncesinde de önemli tartışma konularındandır. Evren tasavvurunun bağdaşık bakış açısına rağmen evrende onun maddi ve fiziki özelliklerini aşan bir düzenin olduğu fikri ortadan kalkmamış, tersine farklı tartışmalara kapı aralamıştır. Tarihte ortaya çıkan bütün düzenler, insanın aşkın bir ilkeyle olan tecrübesinden kaynaklanmaktadır. Düzen fikrinin referansı kendi dışındadır ve aşkın bir varlık mertebesini işaret eder. Çünkü sosyal düzen insanın varlık düzeniyle ahenk içinde olmasıdır. Burada belirleyici olan, insanın özgürlüğünü muhafaza ederken bir parçası olduğu varlık düzeniyle ilişkisini nasıl tanımladığıdır. Bir sisteme anlam katan düzen ilkesi, sistemin içinde değil, onun dayandığı yöneltici çerçevesi ve değer yelpazesinde aranmalıdır.
Bu noktada medeniyet ve düzen fikri üzerinde insanın özgürlüğüyle olan ilişkisinin ne denli önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Düzen inşa etmek ya da bir medeniyet kurmak elbette bir disiplin içinde, belli ilkeler çerçevesinde mümkündür. Modern özgürlük kavramının, “Bireylerin herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu.” (Barbar, Modern, Medeni / İbrahim Kalın)olarak tanımlandığı gerçeğini göz önüne aldığımızda, bu vaadin medeniyet ve düzen fikriyle bir çatışma içinde olduğu görülmektedir. Çünkü düzen oluşturmak, medeniyet inşa etmek ve bir sistem kurmak belli kurallara uymakla ve belli ilkelere bağlı kalmakla gerçekleşmektedir. Bu ise bireyin özgürlüğünün kısıtlanması ya da tercihlerinin sınırlandırılması anlamına gelir. Neticede belli sonuçlara ulaşmak anlamına gelen rasyonalite ile hiçbir kayda bağlı kalmadan tercih yapmak olarak tanımlanan özgürlük arasındaki gerginliğe sebep olmaktadır.
Modernite, özgürlüğe vurgu yaparken; gelenek ise anlamlı bir hayat yaşamak için tercihlerin sınırlandırılması gerektiğini söylemektedir. Tabii ki bu, geleneğin özgürlükleri tamamen ortadan kaldırdığı anlamına gelmez. Fakat anlamlı bir hayat yaşayabilmek için belli sınırları tanımak ve belli kurallara bağlı olmak gerekir. Gelenek, bireyi geniş bir bütünün parçası olarak tanımladığı için atomize edilmiş bireyi reddeder. Bütün içerisinde kendini konumlandırabilen ve bu bütünle uyumlu bir şekilde hareket edebilen birey, böylece anlam sahibi olmakta ve rasyonel bir varlık hâline gelebilmektedir. Kısacası modernite, içerik ve anlamdan yoksun bir özgürlük anlayışı sunarken; gelenek, anlamlı bir hayat yaşamak için belli sınırlar içerisinde hareket edilmesi gerektiğini söylemektedir.
Netice itibariyle anlam ile özgürlük, kural ile yaratıcılık, düzen ile tercih imkânı arasında mutlak bir çatışma olmak zorunda değildir. Özgürlük olmadan anlamlı eylemde bulunulamaz. Özgür olmayan kişi anlamlı bir hayat yaşayamaz. Anlam olmadan ise gerçek anlamda özgürleşilemez. Belli bir hedefe ulaşmak için belli kurallara uymak, özgürlüğü ortadan kaldırmaz, tersine disiplinize eder ve hedefe odaklar. Aynı şekilde anlamlı bir hayat yaşamak demek özgürlüklere kötü gözle bakmak demek değildir. Özgürlükleri tam ve doğru kullanıp anlamlı, rasyonel ve ahlaklı eylemlerde bulunularak kolektif manada medeniyet inşasına katkılarda bulunabilinilecektir.
Adalet, Siyasi Düzen ve Medeniyet
Dünya düzeninin temel unsuru olan adalet ilkesi, hem evrensel bir ilke hem de siyasi-idari bir kuraldır. Varlık âleminin adalet olmaksızın fesada uğraması kaçınılmazdır. Aynı şekilde insanlık âlemi de adalet olmadan barış, huzur ve refaha kavuşamaz. Bu iki düzen arasında zorunlu bir ilişki vardır. “Her şeyi yerli yerine koymak, herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı vermek” anlamına gelen adalet, öznel tasarrufların ötesinde nesnel ve ontolojik bir durumu ifade etmektedir. Yeryüzündeki adaletin temeli ve teminatı ancak ilahi düzende sabit olan adalet ilkesini anlamak ve ona göre yaşamakla mümkündür. Yeryüzündeki düzeni inşa edebilmek, ilahi düzenin ilkelerine bağlanmaktan geçmektedir. İlahi emir ile beşerî irade ancak bu çağlar üstü ilkeler esas alındığında sağlıklı ve sağlam bir zemine oturabilir. İslam inanç ve düşünce geleneğinde adalet kavramının merkezi bir noktada olmasının nedenini buradan anlayabiliriz.
Varlık anlayışı, adalet ilkesi ve siyasi düzen arasındaki ilişkiyi pratik tecrübeyle birleştiren Nizamü’l-Mülk, kaleme almış olduğu “Siyâsetnâme” adlı eserinin ana tezlerini, Kur’an ayetleri, hadisler ve hikâyeler üzerine kurarak, temel bakış açısını ilahi emirler üzerine inşa etmiştir. Eserinde adalete dayalı bir sistemin nasıl ayakta durduğunu konu edinen Nizamü’l-Mülk, yeryüzündeki düzenin ancak semavi bir ilkeye dayandığı zaman mümkün olacağını şu sözlerle ifade eder: “Yüce Allah’ın nimetinin kadrini bilmek, padişahın O’nun rızasını gözetmesidir. Yüce Allah’ın rızası ise, halka yapılan ihsan, onlar arasında yayılan adalet ile elde edilir. Halkın iyilik için yaptığı dua dâim olunca, o [mülk] payidâr olur ve her gün genişler. O mülk, kendisinin devletinden ve zamanından nimetlenir; bu dünyada iyi ad sahibi olur; öteki dünyada kurtuluş bulur; [öteki dünyada vereceği] hesap daha kolay olur. Zira mülk küfürle devam eder, zulümle devam etmez; meğerki cehennemde olmanın manası da budur. En iyisini Allah bilir.”
Adalet ilkesi şüphesiz yeryüzündeki düzenin teminatıdır. Ve bu ilahi iradenin bir tecellisidir. İnsanlığın kurduğu düzen, Allah’ın kurduğu düzen üzere olduğu müddetçe adalet ve nizam üzere olacaktır. Bu ilkeleri göz ardı eden bir sistemin ne kadar teknik ve ekonomik olarak gelişse de insanlığa güven, huzur ve mutluluk vermesi beklenemez. Yeryüzünü ve insanlığı ifsat eden anlayışlar, adalet ilkesini hiçe sayanların siyasi-toplumsal düzeni kurmaları elbette mümkün değildir. Ancak hak ve hukuku gözeten, sadakat ve merhamet sahibi olan, ihsan ile hareket eden bireyler erdemli bir toplum inşa edebilirler. Hukuk ve ahlakın birbirini tamamladığı nokta da burasıdır. İyi, doğru ve güzel olan bir eylem, hem hukuki hem de ahlaki anlamda övülen ve tavsiye edilen fiildir.
Dini inançlarından uzak ya da yoksun bir toplum kalıcı olabilmektedir. Fakat adaletten yoksun ve zulümkâr olduğu müddetçe bir düzen üzere olamamaktadır. Çünkü zulüm, yeryüzünde kurulan ilahi düzenin ifsadıdır ve bu ifsadın sonuçları ağır olmaktadır. İdarecilerin yapması gereken ise ihsan ve adaleti hem kozmik hem de siyasi bir ilke olarak hayata geçirmek ve doğrunun inşası için çalışmaktır. Düzenin somut bir hâli olarak devletin bekası adil, iyi ve güzel olanı yaşatmakla mümkündür.
Yorum gönder