Şubat Hikâyeleri (11) “Kesintisiz Eğitim Protestoları (2)”
Yazar: Mustafa Atılgan
Cuma namazlarından sonra protestoların arkasından gözaltılar geliyordu. Her hafta ortalama on beş yirmi kişi yakalanmış oluyordu. Dolayısıyla protestoların devamı süresince cuma günü öğleden sonrası, bazen akşama kadar, bazen gece yarısına kadar, bazen ertesi gün öğleye kadar ifadeler ve soruşturmalar için Emniyet Müdürlüğünde oluyorduk. İlginç diyaloglar da yaşıyorduk.
Bir keresinde ifadesi için yanında bulunduğum gençlerden birisi, Güvenlik Şube’nin koridorunda, bana çok kızdığını söyledi. Sebebini sordum, anlattı. Selçuk Üniversitesi’nde öğrenciymiş, okulda başörtüsü yasağına yönelik eylemler yapmak istemişler, ama ben, konuyu bana soran öğrencileri, özellikle başörtülü öğrencileri “Aman uzak durun!” şeklinde yönlendirmişim ve öğrenciler beni dikkate alıp eyleme katılmadıkları için eylemleri gerçekleştirememişler. Bu konu burada konuşulmamalıydı. Ama izah etmek zorundaydım; öyle özel bir olayı hatırlamadığımı, genel olarak tüm öğrencilere haklarını aramaları konusunda telkinde bulunduğumu ama bunu yaparken meşru zeminlerin dışına çıkmamaları gerektiğini söylediğimi, sahibi belli olmayan eylemlere dikkat etmelerini, provokasyonlara karşı uyanık olmalarını hep söylediğimi ve söylemeye devam edeceğimi ifade ettim. Genci polisler ifadeye çağırdı, ifade vermeye girdiğimiz için konuşma yarım kaldı.
Bu yoğun günlerde, kiracısı olduğum büro satıldı. Büro sahibi, büroyu bana teklif etti. Ama maddi durum müsait değildi, alamadım. Büroyu aynı iş hanından bir vatandaş satın aldı. Bana, büroyu kendisinin kullanacağını ve çıkmamı söyledi, hatta noterden ihtar da çekti. Çıkmak için yeni büro arıyordum. İş hanı yöneticisi arkadaş, avukat ve tanıştığımız bir insan. Hem “dindar” da. Ona iş hanından boşalacak büro olursa ihtiyacım olduğunu söyledim. Boşalacak bürolar olduğunu ve bana haber vereceğini söyledi. Ama bir büronun boşaldığını ve yönetici arkadaş tarafından başkasına kiraya verildiğini duydum. Gidip sorduğumda “Unuttum.” cevabı aldım. Bu kez boşalacak yeri kendim tespit ettim. O büronun da kiraya verilme yetkisi yönetici arkadaşta idi. Gittim, boşalacak büroyu tutacağımı söyledim. “Boşalsın, tamam.” dedi. O büronun da başkasına kiraya verildiğini görünce başka bir şeyler döndüğünü tahmin ettim.
Boşaltmam istenen büronun hemen yanında olan büroya sık sık gelen, benim de tanıdığım bir arkadaş yanıma geldi. İş hanında bana karşı bir tavır olduğunu, beni istemediklerini duyduğunu söyledi. Sebebini sordum. Çok gelen giden oluyormuş, asansör sürekli beşincikata çalışıyormuş, diğer insanlar beklemek zorunda kalıyormuş, bu kalabalık güvenlik ve temizlik sorunu oluşturuyormuş… İlginç gelmişti. Bunlar bana iş hanına misafir olarak gelip giden biri tarafından söyleniyordu. Galiba bir kuşatma operasyonuna muhatap olma durumundaydım. Bakalım arkasından ne gelecekti?
Fazla beklememe gerek kalmadı, arkası çabuk geldi. Hemen yanımdaki büroyu kullanan “dindar” arkadaş, epeyce bekleyenlerin olduğu bir sırada yanıma geldi. Büro sahibinin “Kendim kullanacağım.” diye ihtar çekmiş olsa da ortak iş yapmak niyetleri olduğunu ve aslında büronun büroyu satın alana değil kendilerine lazım olduğunu söyledi. “Olabilir.” dedim. “Sonuçta adam satın almış, nasıl tasarruf edeceğine kendisi karar verir.” Yalnız yoğunluğu gördüğünü belirterek biraz zaman istedim. “Durumu bildiğini, kendisinin de protestolara katıldığı için emniyete götürüldüğünü, arkasını benim aradığımı, beni emniyette görünce çok sevindiğini” söyledi. Ümitlenmiştim. “Bak, görüyorsun durumları, aynı şekilde sevinmeyi bekleyen insanlar var, biraz zaman tanıyın.” dediğimde, “Ben işimi önemserim ve kararımı hemen uygularım, bekleyemem.” cevabını verdi. “Allâhuekber” dedim ve sustum. Şimdi uzaklarda olan yönetici arkadaş ve komşum hakkında hayırlar diliyorum.
Bu konuşmadan belki iki gün sonra, başörtüsünden dolayı soruşturmalar geçiren bir öğrenci arkadaş geldi. “Abi, falan iş hanında kiralık büro var, büro sahibi ile de görüştüm. Uygun fiyata verecek, düşünürseniz.” dedi. Şaşırmıştım. “Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz?” diye sordum. “Geçen gün o sakallı abi ile büro konusunu konuşurken ben de bekleyenler arasındaydım. O anki konuşmaların sizi ne kadar üzdüğüne tanık oldum, kayıtsız kalamadım onun için.” dedi. Kendisine teşekkür ettim, sık sık adres değişikliğinin iyi bir imaj olmadığını, aynı iş hanında bir büronun daha uygun olacağını, Allah’ın bir kolaylık lütfedeceğini, duyarlı ve nezaketli davranışının beni de duygulandırdığını dile getirdim. Ama bu kadar kısa zaman aralığında birbirinden tamamen farklı iki davranışı yaşamış olmak enteresan bir durumdu. Yine Yaratan’a sığınıp “Allâhuekber” demek gerekiyordu, ben de öyle yaptım.
Haftalar ilerledikçe ve protestolar devam ettikçe emniyetin tutumu daha da sertleşiyordu. Doğruluğunu tam bilmiyorduk ama onlara “Protestoları bitirin!” talimatları verildiği, talimatı yerine getiremedikçe sertliğin arttığı ve artacağı söylentilerini duyuyorduk.
Bir taraftan protestoların bitirilmesi istenirken, diğer taraftan insanları galeyana getirecek davranışlar sergileniyordu. Dönemin başbakanı İmam Hatiplilere “yarasa” benzetmesi yapıyor, Hacıbektaş’ta vatandaşlara “Sizlere Kur’ân kurslarının ve İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması müjdesi ile geldim.” şeklinde hitaplarda bulunuyordu. Bu benzetmeler, anında kendisi hakkında sloganlar ürettiriyor, insanlar öfkelerini daha yüksek sesle dile getiriyordu.
Avukat arkadaşların uyarıları, protestolara katılanların uyarıları dikkate almaları, mahkemeler nezdinde olumlu sonuçlar veriyordu. On altı hafta süren protestolar boyunca tek bir dosyada iki zanlı tutuklanmış, onlarda ilk mahkemede tahliye olmuşlardı. Tutuklamanın bu kadar az olması emniyet mensuplarını da şaşırtıyor olmalıydı. Bir keresinde gözaltına alınan bayanların sorgusu için Güvenlik Şube’de idim. Kendisini tanıdığım bir polis memuru, ifade için bekleyen bir bayan zanlının yanında bana, “Avukat Bey, biz bu kadar insanı yakalıyoruz da mahkemeler neden serbest bırakıyor?” diye sormuştu. Ben de “Bunu size neden söyleyeyim ki?..” cevabını vermiştim.
Emniyetin sert davranışlarından avukatlar da nasiplerini alıyordu. Bir cuma namazı sonrası yine protesto ve yine gözaltılar olmuştu. Bizlere haber geldiğinde on on beş avukat arkadaş ile Huder’de bir aradaydık. Güvenlik Şube’ye gidilecekti. Gözaltı sayısı fazla olduğu için en az iki avukat arkadaşın gitmesi uygundu. Fakat arkadaşların hepsinin işi çıktı. Yalnız gitmek üzere yola çıkmıştım. O arada hemen o gün avukatlık ruhsatını almış olan Kemal Yücel ile karşılaştık. Kemal’e “Benimle emniyete gelmek ister misin?” diye sordum. “Gelirim abi.” dedi, gittik. Güvenlik Şube’ye doğru giderken merdivende Terörle Mücadele Şube müdürü ile karşılaştık. Bize, zanlıları terörle mücadeleye alacağını ve görüştürmeyeceğini söyledi. O tarihlerde, terör suçlarından gözaltılarda, avukat ile görüşme hakkı yoktu. Ben, “Terörle ne ilgisi var, kaldı ki hâlen buradalar ve görüşmemize bir engel yok.” diye görüşmeyi zorluyorum. Tam o anda, yukarıda hikâyesini anlattığım emniyet müdür yardımcısı geliyor. Hemen benim yakamı topluyor, “Bu işleri hep sen karıştırıyorsun, seni de içeri alacağım!” diyor. Ben, “İçeri almanın da bir usulü vardır, siz görevinizi yapın, ben de görevimi yapıyorum.” diyorum. O, tehditlerine devam ediyor, “Cumhurbaşkanı hakkında söylediğini unutma!” diyerek önceki olaya atıf yapıyor. Tartışma bir süre daha sürüyor ama bizi zanlılarla görüştürmüyorlar. Avukatlık hayatının ilk gününde yaşadığı bu olay Kemal’i çok şaşırtıyor.
Kemal ile birlikte olayın peşini bırakmıyoruz. Görev yapmamızın engellenmesini dilekçe ile baroya bildiriyor ve Emniyet Müdürlüğüne gerekli uyarının yapılmasını istiyoruz. O dönem baro başkanı olan arkadaşın, o tarihlerde Ahmet Sorgun’a, “Emniyetteki arkadaşlar Mustafa’dan rahatsız, söyle, biraz dikkatli olsun.” dediğini henüz bilmiyorum. Dilekçemizi işleme koyuyorlar ve bir yönetim kurulu üyesi arkadaşı, avukatların zanlılarla görüşmesi konusundaki mevzuatın hazırlanması hususunda görevlendiriyorlar. Hazırlanan rapor Emniyet Müdürlüğüne gönderilecek.
O yönetim kurulu üyesi arkadaş geliyor, “Mustafa abi, bu konuları sen iyi biliyorsun. Rapor hâline getirebilir misin?” diyor. Raporu hazırlıyorum ve benim hazırladığım rapor, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan aynen Emniyet Müdürlüğüne gönderiliyor. Yanlış davranışı düzeltme uyarısı, yanlışa maruz kalanın kaleminden çıkıyor. Yüce Rabb’im! Sen nelere kadirsin.
O dönemler kendilerini kudretli sanan insanlar hakkında bugünlerde soruşturmalar açılıyor. Açılan soruşturmaların sistem içi soruşturmalar olduğunu, sistemin safralarını temizlediğini, hassasiyetleri aşındırılan, umutları budanan mütedeyyin insanların mazlumiyetlerini giderme gibi bir niyet taşımadığını, mevcut kanunlar ve mevcut yargı sistemi ile bunun zaten mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama yine de, “Allah’ın, günleri insanlar arasında devrettirmesinin”(Âl-i İmrân 140) bir yansıması olarak görüyor ve önemsiyorum.
İmtihan devam ediyor. O günler imtihanın bir şekli idi, bugünlerde imtihanın bir başka şekli. Ve “Allah içimizden cihad edenleri belirtip ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip ayırt etmeden cennete gireceğimizi sanamayız”(Âl-i İmrân 142).
Din kemale erdikten ve nimet tamamlandıktan sonra Hz. Peygamber’e inen son sûrede, “Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde;Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde;Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir. (Nasr 1-3)”buyruluyor.
Unutulmasın, Müslümanlara fetih ve zafer hâlinde dahi emredilen, hamd, mağfiret dileği ve tövbedir.
Kim ne yaparsa kendisi için yapar ve yaptığının karşılığını mutlaka görür.
Yorum gönder