Şubat Hikâyeleri (14) “Hak Ve Özgürlükler Gecesi (1)”
Yazar: Mustafa Atılgan
28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra ülke her gün inançlı insanlara yapılan baskılara tanık olmaya başlamıştı. İrtica en önemli gündem maddesi, başörtüsü irticai hareketlerin en görünür sembolü olarak lanse ediliyordu. Dolayısıyla başörtüsü aleyhine konuşmak bir yerlere selam oluyor, başörtülülere baskı yapanlar taltif bekliyor, taltif ediliyordu.
Konya’nın üzerine özel olarak gelindiği, özellikle seçilen kamu görevlilerinin Konya’ya gönderildiği söyleniyordu. Yeni atanan idarecilerin tavırları da söylentileri doğrular nitelikteydi.
Namık Günel, Konya Valiliğine atanmıştı. Göreve başlamasından hemen sonraki günlerde de kamu kurumlarında çalışan başörtülü personel ardı ardına takibatlara maruz kalır olmuştu.
İlk uygulama Meram Tıp Fakültesi’nde başladı. Fakültede çalışan başörtülü müteahhit elemanlarına, ya başlarını açmaları ya da işe gelmemeleri söylenmişti. İşe en zayıf halkadan başlanması akıllıca sayılabilirdi. Zira müteahhit elemanları asgari ücretle çalışan, işçi statüsünde olan, işten çıkarıldıklarında iş güvencesi de olmayan, o tarihlerde yürürlükte olan mevzuata göre işe iade davası açamayan insanlardı. Altı civarında başörtülü müteahhit işçisi başlarını açmak istemediklerini söyleyerek, neler yapabileceklerini istişare etmek için büroya gelmişlerdi. İki tanesi Mustafa Kahveci abinin kızıydı. Babaları da yanlarındaydı. Müteahhit firmanın adını sordum, söyledi. Şirketin yönetim kurulu başkanını tanıyordum. Eşinin başörtüsü taktığını da biliyordum. Onunla görüşmeyi denemelerini söyledim. Mustafa Kahveci abi, “Ben de tanıyorum o şahsı. Aradım da ama görüşmeye bile tenezzül etmedi.” dedi. Üzücüydü. Fotokopi çoğaltarak başladığı iş hayatında müteahhitliğe kadar gelmiş olan o arkadaş, o tarihlerde “Ben başörtülü elemanımı başörtüsünden dolayı işten çıkarmam.” tavrını sergileyebilse idi, belki üniversite ve tıp fakültesi sözleşmesini iptal ederdi. Ama bu iptal o arkadaşın bir onur belgesi olduğu gibi, sonraki zamanlarda cezaevinde bitecek bir operasyonun öznesi olmasını da belki engelleyebilirdi. Ne yaparsınız? İmtihanlar karşısındaki tavırların imtihanın muhataplarının onurları ya da utançları olması gerçeği değişmiyor.
Başörtülü müteahhit işçileri işten attılar. Genç hanımların yaptığı birkaç basın açıklaması dışında, bu işten çıkarma fazla yankı bulmadı. Ailelerinin dışında arkalarını arayan, kendilerine sahip çıkmaya çalışan da pek olmadı. Bunun planlanan baskılar için bir ön adım olduğu, olası tepkilerin test ediliyor olabileceği düşünülmedi. Âdeta olağan bir süreç gibi bakma eğilimi, hâkim bakışı oluşturdu.
Meram Tıp Fakültesi’nde müteahhit işçileriyle başlayan başörtüsü operasyonları hemşireler ve doktorlarla devam etti. İlk etapta yetmiş beş civarında hemşire hakkında soruşturma açıldı. “Uyarma” ve hemen ardından “kınama” cezaları verildi. Süreç o kadar hızlı işletiliyordu ki, verilen cezalara karşı yapılan itirazların ve açılan davaların sonucu bile beklenmiyordu. Kınama cezalarından sonraki aşama olan “aylıktan kesme” cezası için başlatılan soruşturma aşamasında, başörtüsünü açmamakta ısrar eden hemşire sayısı otuza kadar düşmüştü.
Tıp Fakültesi’nde o tarihlerde başhekimlik görevini Cevat Özpınar adında bir doçent yürütüyordu. Başörtülü hemşire ve laborant arkadaşlara verilen disiplin cezaları Cevat Bey’in imzasını taşıyordu. Soruşturmaların o kadar hızlı yürümesinde ve cezaların peş peşe gelmesinde onun da payı vardı. İmzasını taşıyan ceza yazıları hâlen elimizdeydi. Ama aradan on on iki yıl geçtikten sonra Cevat Özpınar’ın başhekimliğinde Özel F. Hastanesi açılıyordu. Bu açılışta bir anormallik yoktu. Anormallik, hastanenin bilboardlarda yer alan ilanlarında başörtülü doktor kullanılmasıydı. Hastanenin muhafazakâr çevrelere hitap etmesiydi. Hocaların gidip hastanede dualar etmesiydi. Bu garipliği hastanenin haberini yapan bir gazetenin internet sitesine yorum olarak yazdığımda yorumumu koymadılar. Neden koymadıklarını sorduğumda yazı işleri müdürü arkadaş “Abi, tamamen duygusal.” cevabını verdi. Daha ilginç bir şey de oldu, bir profesör arkadaş o hastanede çalışmaya başlayacağını söyledi. Eşi de o tarihlerde başörtüsü taktığı için soruşturma geçiren bir arkadaştı. Kendisine başhekimi tanıyıp tanımadığını sordum. Tanıdığını söyledi. O tarihlerde bulunduğu görevleri ve altında imzası bulunan cezaları sordum, bildiğini söyledi. “Peki abi, neden burada çalışacaksın?” dediğimde, “Para kazanacağım.” cevabıyla karşılaştım. Evet, para kazanacaktı belki ama “ilkeli olmak” erdemi de paraya kurban olmuş olmayacak mıydı? “Vefa” İstanbul’da bir semt adı muamelesi görüyordu da,“erdemli olmak”da Mersin’in Erdemli ilçesinden olmak olarak mı anlaşılmalıydı?
Biz yeniden o tarihlere dönelim. Başörtüsünü açmak istemeyen hemşireler boş durmuyor, siyasi partileri dolaşıyor, sivil toplum kuruluşlarını ziyaret ediyor, davalarına sahip çıkıyorlar, sahip çıkılmasını istiyorlardı. Hemşirelerin bu gayretleri sonucu, İslamcı-milliyetçi-sağcı bütün siyasi partilerin, il başkanları düzeyinde temsil edildiği bir basın toplantısı düzenlenmişti. Toplantıda il başkanları politik bir dil kullanmadan başörtüsünün bir inanç ve ibadet olduğunu dile getirdi, başörtüsünü benimsediklerini ve başörtüsü takanların arkasında olduklarını söylediler. Toplantıya Doğru Yol Partisi adına katılan yetkili durumdan oldukça mutlu olmuş ve böylesi bir ortak tepkinin kırk yıl önce bir kez gerçekleştiğini hatırladığını, bu buluşmanın çok önemli olduğunu dile getirmişti.
Ama garip bir şekilde bu toplantıya ne ulusal ne de yerel medyada yeteri kadar yer verilmemişti. Medyanın da güdümlü olduğu hatırlandığında, yer verilmemesinin nedenini anlamak çok güç olmuyordu.
Kim ne yaparsa yapsın kendisi için yapar ve yaptığının karşılığını mutlaka görür.
Yorum gönder