Şubat Hikâyeleri (5) “Selçuklu Anadolu İmamhatip’te (1)”

Şubat Hikâyeleri (5) “Selçuklu Anadolu İmamhatip’te (1)”

Yazar: Mustafa Atılgan

Selçuklu Anadolu İmamHatip, Merkez İmamHatip’e göre başörtüsü eksenli baskı sürecini biraz daha geç yaşamaya başladı. Okula uzun zamandır müdür ataması yapılmamıştı. Müdür vekilliği yapan beyefendi, öğrencileri derse almamak gibi bir uygulamaya karşı direnmeye çalışıyor; okul disiplin kurulunda görev yapan öğretmenler, ceza verme sürecini olabildiğince uzatıyor, ceza uygulaması yaparak bir haksızlığa alet olmak istemiyorlardı.

Bu durum fazla sürmedi. Önce okul disiplin kurulu üyelerini değiştirdiler, sonra da okul müdür vekilini hem vekâletten hem de müdür yardımcılığı görevinden aldılar. Müdürlük görevine yeni getirilen beyefendinin ilk yaptığı işlerden birisi, okul öğrencileriyle birlikte Garnizon Komutanı’nı ziyaret idi. Dolayısıyla sürecin nasıl gelişeceği belli olmuştu.

Derslere başörtülü giren öğrenciler hakkında tutanaklar tutuluyor, disiplin kurulu hızla çalıştırılarak disiplin cezaları veriliyordu. Yine öğrencileri derste oldukları hâlde yok yazıyorlar, zorla derslerden çıkarmaya çalışıyorlar, çıkmazlarsa başını açmayı kabul eden öğrencileri başka sınıflara -kütüphaneye, laboratuvara- götürerek ders işliyorlardı. Başörtülü öğrenci, diğer arkadaşlarının götürüldüğü yere gidemiyordu. Zira yasal olarak orası sınıfı değildi ve sınıfı olmayan bir mekâna ders saatinde zorla girme hakkı yoktu. Girmeye kalksa engellendiği gibi, ders saatinde sınıfın dışında bulunup huzursuzluğa sebep olduğundan bahisle disiplin soruşturmasına da muhatap olması işten bile değildi.

Nihayet okulun dış kapısından da içeri almayacakları söylenmişti öğrencilere. Haksızlığı kabullenmeyen ve hakkını aramakta kararlı bir grup öğrenci gelmişti büroya. Eğer kendileri derslere alınmaz ise oturma eylemi yapmaya karar verdiklerini söylediler. Haklarını arama konusundaki kararlılıkları sevindiriciydi. Kendilerine, meşru sınırlar içinde kalmak kaydıyla her türlü hak arama eylemini yapabileceklerini söyledim. Oturma eyleminin sokakta değil kanunen öğrencisi oldukları okulun bahçesinde olmasının makul olduğunu, o okulun öğrencisi olduklarını ve o bahçede bulunmalarının yasal hakları olduğunu anlattım. Slogan atmamalarını ve pankart açmamalarını; bunların, masum eylemlerini amacından saptırabileceğini veya provoke edici davranışlar olabileceğini söyledim, dikkatli olmalarını tavsiye ettim.

Ertesi gün sabah, Meram bölgesinde bulunan bir başka okulda mescit kapatıldığı ve öğrencilerin ibadet yapmalarının engellendiği haberi geldi. Sevgili Mustafa Akmeşe ile düştük yola. Mescit konusunda gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra Selçuklu Anadolu İmam Hatip’e uğramaya karar verdik.

Okulun önüne geldiğimizde, iki yüz civarında başörtülü öğrenci okul bahçesinde oturma eylemi yapıyordu. Beyaz başörtüleri ve nurlu yüzleri ile bir çiçek bahçesi görünümündeydiler. En katı kalpleri eritmesi gereken bu masumiyet nedense birlerinin sadece kinlerini artırıyordu. Okul çevresinde onlarca resmî ve sivil polis vardı. Konuşmalardan “Bayan polisler nerede?” gibi bir ifade geldi kulağıma. Yapılmak isteneni anlamak zor değildi; bayan polisler gelecek, öğrencileri zorla bahçeden çıkaracaklar ve sonrada muhtemelen gözlem altına alacaklardı. Öğrencilere derhâl sınıflarına girmelerini söyledim. Ve hepsi okul binasının içine girdiler.

Bu eylem sırasında kızlarına destek vermeye gelen ve bahçe dışından sadece olayı izleyen Seyit Mehmet Buğa ile Dr. Adem Zora gözlem altına alınmışlardı. Öğrenciler okul binasından içeri girer girmez biz Akmeşe’yle beraber gözaltına alınanlarla ilgilenmek üzere Emniyet Müdürlüğüne doğru giderken, bir otobüs dolusu bayan polisin de okul istikametine ilerlediklerini gördük. Mustafa ile birbirimize bakıp “Allah fırsat vermedi.” dedik ve Rabb’imize bir kez daha şükrettik.

Emniyet Müdürlüğünde Seyit Mehmet Bey ile Dr. Adem Bey’e eylemi organize ettikleri suçlaması yapıyorlar, Seyit Mehmet Bey’in kızı Saliha’nın oturma eylemi sırasında arkadaşlarına konuşma yapmış olmasını bu iddianın kanıtı olarak değerlendiriyorlardı.

Gözlem altına alınan sadece iki kişi olmasına rağmen kimlik tespitlerinde ve diğer rutin işlemlerde çok ağır davranılıyordu. O günü emniyette geçireceğimiz anlaşılmıştı. Nitekim tahminimizden bile fazla sürdürdüler olayı, sadece o gün değil ertesi güne de kaldı.

Emniyet sorgusundan sonra saat 16.30 civarlarında dosya Cumhuriyet Savcısı’na intikal etti. Kendisi gözlem altında olmamasına rağmen Seyit Mehmet Bey’in kızı Saliha da zanlı idi. Normal süreçte, Cumhuriyet Savcısı kendisine gelen dosyayı inceler, gerek görürse yeniden ifade alır ve zanlıları ya serbest bırakır veya tutuklanma talebiyle sorgu hâkimliğine sevk eder. Biz de öyle olacağını, bir iki saat içinde sürecin tamamlanacağını, hatta asla tutuklamayı gerektiren bir durum olmadığından belirttiğimiz zaman içerisinde evlerinde olacaklarını ümit ediyoruz. Olağanüstü baskı dönemlerinde olduğumuzu unutuveriyoruz bazen.

Öyle olmuyor. Cumhuriyet Savcısı, saat 17.00’de mesaisinin biteceğini, evrakı nöbetçi savcının inceleyeceğini söyleyerek adliyeden ayrılıyor. Biz saat 19.30’a kadar nöbetçi savcıyı bekliyoruz. Nöbetçi Savcı, Av. Gürsoy Bilgin ile bana, “Arkadaşlar, bu evrak benim evrakım değil. Polisler zanlıları şimdi götürsünler, yarın sabah dosyanın kendi savcısı gelsin, değerlendirmeyi o yapsın.” diyor. Ve polislere “Götürün.” diyor. İtiraz ediyoruz: “Emniyet sorgusu yapılmış bir olayda zanlıların tekrar emniyete gönderilmesinin hukuki olmadığını, bunu yapamayacağını, kendisinin nöbetçi savcı olduğunu, önüne gelen bütün dosyalara bakmak zorunda olduğunu…” söylüyoruz. Ama polisler bizim konuşmalarımızı bile beklemeden Seyit Mehmet Bey’i ve Adem Bey’i alelacele götürüyorlar. Ve eski DGM savcılarından olan savcı, “Mustafa Bey, sen tecrübelisin, bu işleri bilirsin.” diyor. Yani, olması gereken değil yapılması istenen muameleyi yaptıklarını ima ediyor. “Evet, bende biliyorum, seni ve beni yaratan da…” şeklinde söylene söylene çıkıyorum savcının odasından.

Ertesi gün sabah dosyaya bakan savcı geliyor. Seyit Bey ile Adem Bey’i de getiriyorlar. Savcı, Saliha’nın getirilmesini de istiyor, onu da getiriyorlar. Artık sürecin tamamlandığını ve bırakılacaklarını düşünüyoruz. Bir kez daha yanılıyoruz. Dr. Adem Bey serbest bırakılıyor. Seyit Mehmet Bey ile kızı Saliha, TCK 312/2. maddesine göre “halkı din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik” ettikleri iddia edilerek tutuklanmaları istemiyle sorgu hâkimliğine sevk ediliyorlar.

Sorgu başlıyor. Seyit abi savunmasını yaparken, hafızam beni 1985 yılına, DGM’de hâkimlik stajı yaptığım günlere götürüyor. Seyit Mehmet Bey, Ribat Dergisi’nin sorumlu yazı işleri müdürü. Dergide Abdullah Büyük Hoca’nın “Selam Der Geçeriz” başlıklı bir yazısı yayınlanıyor. DGM Savcılığı bu yazının o tarihlerde yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu’nun 163. Maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle dergiyi toplatıyor, yazı sahibi olarak Abdullah Büyük Hoca’yı, sorumlu yazı işleri müdürü olarak Seyit Mehmet Buğa’yı tutuklattırıyor. 163. madde “Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyla… propaganda yapmak” ifadelerini içeriyor. Duruşma günü geliyor. Seyit Mehmet Bey’e savunmasını yapmak için söz veriyorlar, “Böyle bir yazıyı neden yayınladın?” diye soruyorlar. Sözünü hiç eğip bükmüyor, pişmanlık belirtmiyor, sözünün arkasında duran ve bedelini ödemeyi göze alan bir tavırla: “Yazıda suç unsuru görmedim ve yayınladım. Şimdi olsa yine yayınlarım.” cevabını veriyor. Sonraki yıllarda, avukatlık hayatımda, insanların yaptıkları şeylerin bedelinden kurtulabilmek için sözleri nasıl eğip büktüklerine defalarca tanık olunca Seyit Bey’in bu net tavrını hep takdirle hatırlarım. Elbette bu imtihanlar zor imtihanlardır, elbette herkes Mevlana Ebu’l Kelam Azad gibi “savunma” yapma cesareti gösteremeyebilir, İmam Abdullah Harun gibi “İmamın Öldürülüşü”nü göze alamayabilir. Ama yapılan her işin bir bedeli olduğu ve bedelini ödemeyi göze alıp almadığını sorgulamalıdır. Yoksa sahip çıkılmayan, arkasında durulmayan davranışların, ne davranışın sahibine ne de mücadelesine bir katkısı olmadığı bilinen bir gerçektir.

Yıllar sonra Seyit Mehmet Bey, yine hâkim karşısında ve aynı netlikte kendini savunuyor, “kızının o okulda öğrenci olduğunu, başörtülü olduğu için okuluna alınmadığını ve hakkını arayan kızına sorumlu bir baba olarak destek vermek için okula gittiğini, kızının hakkını aramaya devam edeceğini” söylüyor. Saliha, daha çocuk denilecek yaşta, okumak, okuluna girmek istediği için, cezaevine gönderilmesi amacıyla tutuklanma talebiyle hâkim karşısında. Elbette iç dünyasında tedirginlikler yaşıyordur. Ama görünüşte hiçbir korku ve panik emaresi yok. Metin gözüküyor. Bu haliyle kendisine haksızlık yapanları sevindirmiyor, bizleri mutlu ediyor.

Seyit Mehmet Bey’in savunmasını Av. Gürsoy Bilgin’le birlikte yapıyoruz. Hâkime dünden beri yaşanan usulsüzlükleri anlatıp bir haksızlığa engel olması gerektiğini söylüyoruz. Bunca usulsüzlükten sonra tutuklama çıksa da artık sürpriz olmayacak. Ama hâkim, savcının tutuklama talebini reddediyor ve Seyit Mehmet Bey ile Saliha’yı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıyor.

Kim ne yaparsa kendisi için yapar ve yaptığının karşılığını mutlaka görür.

(Görevden alınan okul idarecilerinin yargılanmasını, okulda daha sonra yaşananları, müfettişler hakkındaki şikâyetleri, inşallah “Şubat Hikâyeleri (6)” da anlatmaya devam edeceğiz.)

Yorum gönder