Şubat Hikâyeleri (4) “Rektörlükte…”
Yazar: Mustafa Atılgan
21 Ekim 1998 tarihinden itibaren üniversiteye başörtülü giren öğrenciler hakkında tutanaklar tutulmaya başlanmıştı. Derse giren hoca tarafından tutanak tutuluyor, bu tutanak bölüm başkanlığı veya dekanlığa iletiliyor, dekanlık tarafından hakkında tutanak tutulan öğrenci aleyhine disiplin soruşturması açılıyordu.
2547 Sayılı YÖK Yasası’nda, kılık kıyafete ilişkin getirilen bir düzenleme yoktu. Hatta yasanın EK 17. maddesi ile “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir.” hükmü getirilmişti. Yasanın bu açık hükmüne rağmen Rektörlük bütün fakülte ve yüksekokullara açılacak soruşturma evraklarını, verilecek cezaları önceden düzenleyip dağıtmıştı.
Yapılacak soruşturma, alınacak savunma tamamen şeklî idi. Verilecek cezaların önceden belli olduğu bir soruşturma süreci başka nasıl değerlendirilebilirdi?
Başörtüsü takmakta ısrar eden öğrencilere önce “öğrencilik sıfatının gerektirdiği vakara yakışmayan tutum ve davranışta bulunmak” suçlamasının karşılığı olan “uyarma cezası” veriliyordu. Suçlama, başörtüsü takmak; cezalandırma, vakara uymamak maddelerinden oluyor, ardından aynı şeklî soruşturmalar sonucu, daha önce uyarma cezası almış öğrencilere kınama cezaları veriliyordu.
Öğrencilere savunmalarını en güzel şekilde yapabilmeleri için yardımcı olmaya çalışıyor, gerçekten hukuka uygun savunmalar yapıyor, verilen cezalara itirazlar ediyor, iptali için davalar açmalarını tavsiye ediyorduk.
Sonucun değişip değişmemesinden daha çok haksızlığa karşı çıkmayı önemsiyor, insanların hakkını arama bilincine sahip olmasını arzu ediyorduk. Yargılama sürecinin hukuka uygun olması durumunda sonuçlarında olumlu olacağı kanaatimiz ağır basıyordu.
Üniversite yönetimi çok hızlı davranıyordu. Verilmiş olan haksız cezalara yapılan itirazları sonuçlandırmadan, itirazlara cevap verme gereği bile duymadan Uyarma cezası verdiği öğrenciler hakkında ikinci soruşturmaları açmıştı. Soruşturmalar sırasında, o dönemde Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi öğrencileri “ikna” için bütün yollar kullanılıyordu. Peruk takma tavsiyeleri yapılıyor, bir kez peruk takması durumunda soruşturmayı iptal etme vaatlerinde bulunuluyordu. Hatta peruk takmayı kabul ederse, yasal olarak mümkün olmamasına rağmen önceki cezasının iptalinin sağlanacağı sözü veriliyordu. Gerçekten bunun örnekleri yaşanmıştı da.
Hukukun keyfî uygulamalara kurban edilmesini kabullenmeden hukuk mücadelesi vermenin gerekliliğini söylemekten hiç geri durmadık. “Öğrencilik sıfatının gerektirdiği itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak” suçlamasının karşılığı olan “kınama cezaları” verilmeye başlandı, başörtüsü takmakta ısrar eden öğrencilere. Yine itirazlara ve davalara devam edildi.
Bu arada, yerel basın bu cezalara çok sessiz kalıyor, yapılan itirazları görmezden geliyor, protestolara yer vermiyordu. Gazetecilerin de bulunduğu bir ortamda bunun sebeplerini sorduk. Bir gazeteci arkadaş açıkladı, Rektör Bey’in kendilerine sözü varmış, sadece basit disiplin cezaları ile olayı kapatmaya çalışacakmış, buna mecburmuş, aksi halde kendini alırlar, yerine daha katı birini getirirler, her şey çok daha kötü olurmuş. Bu yüzden basının olaya duyarsız kalmasını rica etmiş. Basın, Rektör Bey’in bu ricasını dikkate aldığı ve Konyalı bir rektör olduğu için kendisine sempati duyulduğundan olaylara duyarsız davranıyormuş.
Olayın öyle olmadığını, bir hafta okuldan uzaklaştırma cezasının verilmesi mümkün olduğu hâlde üst sınır olan bir ay okuldan uzaklaştırma cezalarının öğrencilere verildiğini anlattık. (Zira bu arada bir ay okuldan uzaklaştırma cezaları verilmeye başlanmıştı.) Hatta bu bir ay okuldan uzaklaştırma cezalarının tam sınav dönemlerine denk getirildiğini, sınavlara giremeyen öğrencilerin en az bir dönem kaybedeceklerini ifade ettik.
Ancak basın, bir dönem okuldan uzaklaştırma cezaları verilinceye kadar olaya gereken önemi vermedi.
Artık bir dönem okuldan uzaklaştırma cezaları da verilmeye başlanmıştı. Bu cezalar çoğu öğrenci için bir yıl kaybı demekti.
Rektör Bey’le bizzat görüşmeye karar verdik. Uzun uğraşlardan sonra randevu almaya muvaffak olduk. Görüşme sırasında olayı bütün usulsüzlükleriyle ortaya koyan bir dosyayı rektöre vermeyi kararlaştırdık.
Bizim büroda Gürsoy Bilgin’le birlikte dosyayı hazırlıyoruz. Rahat çalışabilmek için kapıyı kapattık ve zil çalsa bile kapıyı açmıyoruz. Ama kapı önünde on on beş civarında bir öğrenci grubunun toplandığını hissediyoruz. Fazla bekletmemek ve durumu izah etmek için Gürsoy kapıyı açıyor. Rektör Bey ile görüşeceğimizi, bunun için dosya hazırladığımızı, bir saatlik zamana ihtiyacımız olduğunu, bir saat sonra gelebileceklerini kendilerine iletiyor. Bir öğrenci arkadaşın cevabını hatırladıkça hâlâ güleriz “Bizim işimiz acele, vaktimiz yok…”
Dosyayı hazırlayıp bitiriyoruz. Verilen saatte Ahmet Sorgun, Gürsoy Bilgin, Salih Taytak ve ben, Rektör Bey’in odasındayız. Rektör Bey’e yapılan keyfî uygulamaları anlatıyoruz. Bu keyfîliklerle kendisi arasına bir mesafe koymak istediğimizi, kendisinin böyle keyfîliklere izin vermeyeceğini umduğumuzu söylüyoruz. Rektör Bey, Anayasa Mahkemesi kararlarından, YÖK’ün talimatlarından bahsediyor. Olmayan yasağı uygulamak zorunda olduğunu söylüyor. Biz, Anayasa Mahkemesi kararının anlatıldığı gibi olmadığını, Anayasa Mahkemesinin kanun koyucu gibi hareket edemeyeceğini ve yeni bir uygulamaya sebep olacak düzenleme yapma yetkisi bulunmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Üniversitelerde kılıkkıyafetin kanunla serbest olduğunu, eğitimöğretimin engellenemeyeceğini, engellenmesinin anayasaya aykırı, Türk Ceza Kanunu’nda cezalandırılan bir suç olduğunu söylüyoruz.
Rektör Bey, “Bizimde hukukçularımız var, onlar bize böyle söylemiyorlar.” diyor. Bunun üzerine Rektör Bey’e şu teklifi yapıyoruz: “Siz hukukçularınızı çağırın, biz de gelelim, olayın hukuki mahiyetini tartışalım. Siz de hakem olun, hukuk hangisiyse onu uygulayın.” Rektör Bey bir an duraksıyor. Teklife şaşırdığı belli oluyor. Ama bir üniversite rektörüne asla yakışmayan ve tarihe geçecek şu cümleyi ifade ediyor: “DEVLET BÖYLE İSTİYOR. BİZ DEVLETİMİZİN DEDİĞİNİ YAPARIZ!”
Bilimin ve özgür düşüncenin beşiği olması gerektiği söylenen üniversitenin en tepesinde bulunan Rektör Bey’in ve diğer yasakçı meslektaşlarının, üniversiteleri ne kadar özgürleştirebilecekleri ve özgürlükten anladıklarının devlete bağlılık olduğu bir kez daha ayan beyan ortaya çıkıyor.
Sayın Rektör, bu yasakçı tavırlarının karşılığını bir dönem daha yeniden rektör olarak atanmasıyla alıyor. Ama sadece bir dönem… O dönem de bitiveriyor. O makam da gidiveriyor.
O dönemlerin ve o makamların asla bitiremeyeceği başörtülüler, yaşamaya ve inançlarının mücadelesini vermeye devam ediyor.
Kim ne yaparsa kendisi için yapar ve yaptığının karşılığını mutlaka görür.
Yorum gönder