Tevhit-Adalet Amacında Normalin Tahrip Gücü
Yazar: Mustafa Eser
Hakikatin iki yansıması olan tevhit ve adalet, normalin tahrip etme kabiliyeti karşısında, ancak bu hakikatin taşıyıcısı olan insanın cehdi ile korunabilecektir. Normalin şekillendirmesine izin verilmemeli; tevhit ve adaletin normali inşa etme kudreti unutulmamalıdır.
İnsanın varlık sahnesinde ortaya çıkışı, Allah’ın insana İslam’ı teklif etmesiyle başlar. İslam, insanın fıtratına karşılık gelen bir hakikattir. İslam denen nizamın iddiası; dolayısıyla insandan beklediği işçilik, şu iki alandadır: İnsan-Tanrı ilişkisi ve İnsan-Âlem ilişkisi. Bu iki alan, tek olan hakikatin iki yansıması şeklinde okunabilir. Her iki ilişkide de ilişkinin seyri, karşılıklı akış hâlindedir. İlkinde ilişkinin yönü dikeyken, ikincisinde akışın yönü yataydır. İlkinde, akışın seyrinde sapma, kabul edilebilir bir hata değildir ve inanç dünyamızda en büyük günah olarak kabul edilen şirke karşılık gelir. İkincisinde ise akış çok yönlüdür ve suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar misali, merkezden dışa doğru, haleli bir seyir oluşur. İlkinde dikey seyirden dolayı derecelendirme olabilecekken, ikincisinde yatay seyirden kaynaklı derecelendirme olamaz. İlkinde, kaynaktan uzaklaştıkça büyük kaynağın çekim alanına tabiiyet kaçınılmaz iken; ikincisinde, akışın gücü, kaynaktan uzaklaştıkça azalacak, dolayısıyla yaklaşılan objeyi özne kabul etmedikçe onun cazibesinden ve çekiminden, yani gücünden istifade mümkün olmayacaktır. Neticesinde, takat tükenecek ve insan, yatay seyirde yorgun düşüp yolcuğunu tamamlamada zorlanacaktır.
İnsan-Tanrı ilişkisinde, Tanrı’dan insana doğru akışa uluhiyet denir. Uluhiyette herhangi bir noksanlık itikadımızca olamaz. İnsandan Tanrı’ya doğru akışa ise ubudiyet denir. Ubudiyette ise insanın pek çok kabiliyetinden, yani zaafından dolayı sayısız nakısa imkân dâhilindedir. Ubudiyetin kâmil hâli tevhittir. Tevhit, İslam itikadının temelidir. Fıtrata en uygun model olduğu için son derece yalındır. Hızlı bulanabilecek durulukta olduğundan, yalınlığı kadar da nazik bir hakikattir. Muhafaza için gayret şarttır. Hatayı kabul edebilecek genişlikte değildir. Erişildikten sonra sabite garantisi yoktur. Biteviye beslenmeli ve muhafaza edilmelidir. Makarrı olan kalp her daim kontrol edilmeli; tezahürü olan amelde niyetler her seferinde gözden geçirilmelidir. Zordur vesselam! Ondandır belki; Efendimiz’in (sav) öğrettiği gibi günde en az kırk kere, dosdoğru yol duasına âmin deriz bütün içtenliğimizle. Teyakkuz şarttır.
İnsan-âlem ilişkisinde ise ideal hâl, adalettir. Adalet, hak kelimesi olmaksızın anlaşılamayacak bir kavramdır. Adalet, hak ile yani yerindelikle mümkündür. Yerindelik ise denge ile mümkündür. Her durum ve şartta denge… Kur’an’ın bütün mesajlarının ortak libası olan denge. Vasat olma; yani orta yolu bulma deyince, genellikle “iki ucun ortası olmak” anlaşılıyor ki bu anlayış tehlikelidir kanaatimizce. İki ucun ortası normal kabul ediliyor ve uçlar birer çıkkınlık olarak görülüyor. Çoğunluğun durduğu yer temel alındığında, bu görüş makul görülebilir ama çoğunluğun konumlandığı yer doğru yer olmayabilir. Ne şiş yansın ne de kebap, kurnazlığıyla yalnızca menfaatin öncelendiği iş tutuş biçimi, ideal olarak anlaşılan orta yol; yani dengeli tavır olmayacaktır elbette. Bazen uçlardan birine yakın olmaktır itidal. Bazen hatta en uçta olmak bile olabilir. Adalette madem hak ediş önemlidir, o hâlde bazen hakkın teslimi için dışarıdan bakıldığında en uç nokta olarak kabul edilen; yani normal olmayan yerde olunması icap edebilir. Orta yol, dolayısıyla dengeli tavır olarak kabul edilen duruş, toplumun normali de olmayabilir. Normal, yani norma uygun olan duruş, belki de zulmün bizatihi kendisi olabilir. Bu bağlamda hadi soralım: Normal ne demektir?
Normal, modern düşünceye göre her şey olabilir. Bir şekli ya da bir fıkhı yoktur. Hudutsuz ve hukuksuzdur. Bir şeye normal denmesi için kitlelerce alışılmış ve kabul edilmiş olması yeterlidir. Hakikat ise alışılmış ve kabul edilmiş olmanın dışındadır genellikle. Normal, mekâna ve zaman göre değişebilecekken; hakikat, mekâna ve zamana şekil verecek evsaftadır. O hâlde gönül rahatlığıyla normalin bir orijin olamayacağını ve normali bir hakikat ölçeği olarak görmenin mümkün olamayacağını iddia edebiliriz.
İnsan-âlem ilişkisinde adalet zirvedir, evet. İnsandan âleme doğru akışta, insan, merkezî bir konuma yerleşirken; mesuliyet bilincinden azade, tahakküm yanılgısına kapılırsa adaletin zıddı zulüm cereyan eder. Adalet-zulüm ikilisi ezdad kavramlardandır. Yani birinin adı, aslında, asıl olan diğerinin yokluğunun adıdır. Yani bir yerde adalet yok ise bu yokluk hâline “adalet yok” demek yerine “zulüm var” denmiş oluyor.
Adalet o denli önemli bir dinamik ki şayet tesis edilememişse tevhit de yıkılıyor. Çünkü adalet-tevhit alanları birbiriyle çok katmanlı bir ilişkiye sahip. Bazen sebep sonuç ipiyle birbirine bağlanırken, bazen de kolon kiriş misali birbirini destekliyor. İkisi de birbirini besleyip mümkün kılıyor. Bir tarafta oluşan bir yara, diğer tarafa ayniyle zarar verebiliyor. O hâlde tevhit, adalete; adalet ise tevhide varlık zemini oluşturuyor, denebilir.
Hakikatin iki yansıması olan tevhit ve adalet, normalin tahrip etme kabiliyeti karşısında, ancak bu hakikatin taşıyıcısı olan insanın cehdi ile korunabilecektir. Normalin şekillendirmesine izin verilmemeli; tevhit ve adaletin normali inşa etme kudreti unutulmamalıdır. Ekserinin normaline değil; tevhit ve adaletin inşa edeceği normale emek vermeliyiz. Zira “ekserannasi la yağgılûn”, “ekserannasi la yeşkurûn”, “ekserennasi la yü’minun”: İnsanların çoğu akletmez, insanların çoğu şükretmez, insanların çoğu iman etmez!
Yorum gönder