Var Olmanın Yeni Şekli Yokluk Mudur?

Var Olmanın Yeni Şekli Yokluk Mudur?

Yazar: Mustafa Eser

Anlamın mutlak talep oluşu, yalnızca sabite ile mümkündür. Sabite olmadan anlam inşa edilemez ya da keşfedilemez. Sabite değeri var kılar, değer ise ahlâkı zorunlu kılar.

Var ne demektir? Peki ya varlık nedir?İnsanın aradığı ve dolayısıyla peşine düştüğü her ne varsa bütün hepsinin ortak paydaşı, anlamdır. İnsanın hem yatay hem de dikey seyrinin gayesi anlamdır. Anlam yoksa eğer “var” yoktur.

Geleneğimizde tartışılan meselelerden biri, var (mevcud)’ın, şeylere yüklem olup olamayacağı meselesidir. Varlık denince anlatılmak istenen, zannediyorum ki var olduğu iddia edilen şeyin, iddia eden bilincin dışında bulunmasıdır. Hem somut hem de soyut anlamda. Somut, zahiren ve nesnel olarak orada duran, soyut ise aktarılabilmiş ve bir başka zihinde karşılık bulabilmiş anlamındadır. Kimilerine göre ise var olmayan, yani yok olan konuşulamaz. Zira her ne ki nutk’a nesnedir, o artık vardır. Çünkü dile getirilebilen artık nazarî de olsa var olmuştur.

Bir başka yönüyle var olmak, bidayet demektir. İsyanın da itaatin de yine inkârın da imanın da imkânı, var olma olmaksızın olamayacaktır.

Anlamın mutlak talep oluşu, yalnızca sabite ile mümkündür. Sabite olmadan anlam inşa edilemez ya da keşfedilemez. Sabite değeri var kılar, değer ise ahlâkı zorunlu kılar. Ahlâk, fıtratı… Fıtrat ise Hâlık olana işaret eder. Bu bağlamda felsefi düşüncenin yatağı olan anlamlı bir dünya, ancak değerlerin var olduğu yani mukaddesin olduğu, yani dinin olduğu dünyadır.

Ed-Din, İslâm’dır. Ama sabite ile başlayan zincirin son halkası olarak kabul ettiğimiz din, ed-din olmak zorunda değildir. İnsan, dinsiz olamaz. Ne ki insanı teselli eder/avutur, işte insan ona teslim olur. Yani onunla ikna olur ve onunla tatmin olur. Neye teslim olursa onu, kendisi için mukaddes addeder. İşte bazen bu süreçte istikamet sapar. Ama varılan yanlış menzil, varılmışlığı da varılana duyulan inancı da etkilemez. Maya tutmuştur. Olan olmuştur. Islah, bu bağlamda inşadan kat be kat zordur. 

İnsanı diğer canlılardan ayırdığı kabul edilen, akıl sahibi olması, iradeli olması, konuşabilmesi gibi meziyetler sayılır. Ama insan, kevn-i cami’dir. Bütün şeylerin bir parçasını taşır kendinde. Kevniyatın ortak noktası, insandır. Hem ortak noktasıdır hem de kendisine âlemin musahhar kılındığıdır. Zikredilen farklar, “bilimsel” gelişmelerle flulaşmakta ve insanın sınırları her geçen gün belirsizleşmektedir. Modern dünyanın elde ettiği neticelerle, binlerce yılda oluşan medeniyetin ortaya koyduğu sınırlar anlamsız hâle gelmektedir. Ve gelenekte dizginlenmesi gerektiğine inanılan insanın vahşî tarafının; yani fücur’un ilham edildiği tarafın şımartılması, insanlaşmanın gereği olarak sunulmaktadır. Haliyle ahlâk yargıları tahfif edilmekte, toplumsal hassasiyet mahalle baskısı adı altında kınanmakta ve sübap görevi gören birçok örf ve âdet temyizden uzak bir hırçınlıkla süpürülmektedir. Bütün bu sayılanlar ise özgürlük şemsiyesi ile meşruiyete tahvil edilmektedir.

Kabuksuz, örtüsüz, imasız, işaretsiz, hicabsız bir görünürlük üzere faş edilmekte ve bunu yadırgama hakkı bile bir lüks olarak karşılanmaktadır. Bu teşhircilik, bir orijin olarak kabul edilmekte ve gözü yere indirme tercihi dahi taciz ile itham edilmektedir. Bakmakla yetinmemeli, görmelisin. Görmen yetmez, beğenmelisin. Beğenmen yetmez, sen de bu akışa dâhil olmalısın enjeksiyonu an be an faaliyete devam etmektedir.

Görselin olmadığı bir paylaşımın itibar görmediği platformlarda, yazı artık bir örtü şeklidir. Dijital panoptikon sahipleri, harf ve kelime ile beni boğma diyerek haykırmaktadır. Bana göster, diye ünlemekteler: “Bana mesaj verme, bana bir şey öğretmeye kalkma. Yaptığında bir anlam olmasına gerek yok, ben haz alayım yeter. Bir parmak hareketi ile sıradaki gelsin ve hoop o da eskisin; sıradaki!”

Sosyal medyanın hayatın merkezine yerleştiği çağımızda, artık var olma görünür olmaya indirgenmiştir. Görülmemişse var olarak kabul edilmemektedir. Yaşamlar, gösterilmek üzere yaşanmakta ve gösterilemeyen her ayrıntı yok sayılmaktadır. Her türlü duygu, inanç, kabul, kanaat, tercih ve fizikî vakıalar, müşahede edilmesi üzerinden kurgulanmaktadır. Geçer akçe ise elbette niceliktir. Ne kadar çok görülmüşse o derece itibara layıktır. Sabite, bu nicel ölçütler ile belirlenmekte ve değerler bu ölçütlere göre şekil almaktadır. “Ayıp” kavramı neredeyse hayatın dışında kaldığından gözleri ekranda tutmak için sınırsız bir muzahrafat alanına imkân sağlanmaktadır.

Ekranda önümüze gelen görüntüler, korteks tabakasından ziyade beyin sapına hitap eden derekedeki içerikler olunca, salihattan sayılabilecek bir kıyamın zorluğu ve kırılganlığı izahtan varestedir.

Ekransız bir dünya, yeni nesil için anlaşılamayacak bir ütopyadır artık. İnsanlığın ortak değeri olan felsefe, en yüzeysel hali ile bir soyutlama faaliyetidir. Ekran, soyutlamanın önünde devasa bir çöp dağı gibi öylece durmaktadır. Soyutlamanın yapılamadığı zihinlerde düşüncenin faaliyeti mümkün olmayacak, dolayısıyla sanat da bilim de ekrana sığabildiği, ekranın izin verdiği ölçüde var olabileceklerdir.

Henüz söylem ile eylem arasındaki mutabakatta sınıfta kalan erdem seviyesine, bir de çevrimiçi olmanın konforu dâhil oldu. Kolayca, reşitmiş, mutluymuş, zenginmiş, dinlermiş, yoğunmuş, merhametliymiş… gibi davranılabiliyor. Hilenin ve ruh makyajının gücü, gerçekliği buharlaştırıyor. Bu kaygan zemin, insanı derin buhranlara sürüklüyor.

Sanal mecraların hayatları sömürme kabiliyeti, kişinin kendisini dahî geride bıraktığı delice bir hızla güçlenmektedir. Gogol’un “Yalnızlık diye bir şey yoktur. Yalnızlık senin yokluğundur…” ifadesinin ışık tuttuğu gibi bu mecraların besin kaynağı insanın yalnızlık korkusudur. Hâlbuki insan en çok kendine ihtiyaç duyar. Asansörün kata gelme süresinde bile kendine tahammül edemeyip ekranın afyonuna ihtiyaç duyan bir kaçış, hiçbir zaman şifayı keşfedemeyecektir. Kaçtığı kendisi olan kişi, nasıl bir cesaretle kendine kulak verebilecektir! Kendini sağaltma mesuliyetini görmezden gelen kişiler, görünürlüklerini beğeniye sunarak kaçışlarının şiddetini artırmış olurlar.

Paylaşımların mahremiyeti öldürmesi ve kişisel çevre arasında kalmaması kişiyi sınırsız hale getirmektedir. Bu sınırsızlık, aslında özgürlük gibi algılansa da ortaya çıkan sonuç kişinin kayboluşudur. Yani mevcudiyetinin yok oluşudur. Görünür olmayı mevcud olmaya tercih eden hercai akıl sahipleri, yokluğun karanlığına şarjlarının izin verdiği ölçüde itiraz edebileceklerdir. Olma yani onmak süreç ve emektir. Olma, çiğliği ve pişmeye muhtaç olduğunu kabul edebilmedir. Keşke olmayaydım mahviyeti içinde mevcud olma şarttır. İsyan için de itaat için de…

Âlemde örtüsüz bir hakikat yoktur. Yani örtü anlamın ön şartıdır. Bu kabul ile teşhirciliğin her türlüsüne itiraz edilmeli, sözler setredilmeli, yaşamlar harem kabul edilmeli ve duygular hicaba girmelidir. Belki o zaman, biz bize el verebilecek cesareti bulabiliriz.

Yorum gönder