Zamanın Zemini ve Orucun Maksadı
Yazar: Mustafa Eser
Modernite, insanını oyuncakları ile avutmakta ve kendine gelmemesi için delice bir emek harcamaktadır. Zira insan kendine gelirse bazı itirazları ve soruları gündeme gelecektir. Bu ise tüketime ayarlanmış olmaktan kurtaracaktır onu...
Zaman, Arapça bir kelime; zemin ise Farsçadan gelmiş dilimize. İkisi de Türkçeleşmiş. Zamanın ölçümü ya da varlığının anlaşılabilirliği zemin üzerindeki tesiri ile mümkün oluyor. Zira zaman iz bırakıyor. Bu izlerin derinlerine kendi hayatında hatıra diyor insan. Hatıralar yaşanmışlıkların sembolü olunca insan için bir değer ifade ediyor.
Zamanın bölünemeyen en küçük hâline an deniyor. Ve zannediyorum bu kelime de Türkçedeki anı ve anlamak kelimeleriyle bir şekilde buluşuyor. Bir deneme; zamanın bölünemeyen en küçük birimine an deniyorsa ve zaman tutulamayan bir süreğenliğe sahipse, bu anlardan birine bir çentik atmaya vâkıf olunduğunda buna anı deniyor. Bu anılar atılan çentiğin derinliğine göre unutulmaz olabiliyorlar. Yine bu anlara atılan çentik nazari bir işçilik şeklinde gerçekleşiyorsa bu ameliyeye de anlama deniyor. Akıp gitmekte olan zamanın karşısında durabiliyorsa insan, anlama başlıyor. Duramasa dahi yavaşlaması kifayet ediyor o kapının aralanmasına. Anı da anlama da zamanın bizatihi kendisi ile böylece ilişkilendirilebilir gibi geliyor fakire.
Mesela vakit kelimesi de Arapçadır. Türkçedeki biraz evvel bahsettiğimiz an anlamında kullanılıyor kendi dilinde. Biz ise anların çeşitli uzunlukları anlamında kullanıyoruz vakit kelimesini. Süre anlamında. An kelimesi de Arapçadır esasında. Lahza ile eş anlamlı olarak kullanılıyor. Ama aralarında elbette bir nüans var. Bu da bir bahsi diğer. Çizgi üzerinden anlamaya çalışırsak; nokta, an; muayyen noktalar/kısa çizgiler, vakit/süre; çizginin kendisi ise zaman, diyebiliriz.
An sayılamıyor da ölçülemiyor da ama çoğalıyor ve biteviye uzayıp gidiyor. Zamanın başı olduğuna inanan bizler, bir de sonu olduğuna iman ediyoruz. Her başlayanın biteceğini düşünüyoruz.
An bölünemediği için zaman da kuşatılamadığı için ölçülemiyor. Ölçtüğümüz şeyler genellikle süre oluyor. Bir vakıanın süresini ölçebiliyoruz. Devasa da olsa bu süre ölçülebiliyor ama söz konusu zamanın kendisi ise bunu ölçemiyoruz. Galiba bundandır: “Bir anlık tefekkür bin yıllık ibadete denktir!”
İnsan, ontolojik sancısı ile arayışına giriştiği şeylerin anlamını ancak zamanın ne olduğunu düşünmeye başlaması ile anlayabilecektir. Bu sürecin sonu değil başlangıcıdır. Zira insan artık bu düşünce ile dertlenir. Dertlenen ise yüklenir. Hatta öyle yüklenir ki beli iki büklüm olur. Zira başkasının da yükü omzundadır. İşte bu yüklenişe orucun da maksadı olan takva denir. Sorumluluk bilinci… “Bana ne!” diyememe makamı!
Zaman üzerinde düşünülmesi belki de en elverişli mevsimlerden biri Ramazan’dır. Zira Ramazan bin aydan daha hayırlı olan bir geceyi barındırdığı için adeta bir zaman felsefesine zorlar inananları. Diğer ibadetlerin de vakitleri vardır elbette. Ama Ramazan’ı bu meseleye en elverişli yapan özelliği ise insanın diğer ibadetlerin dışında zamanı bu denli özel bir gayretle ölçüp biçmesidir. Zira işin ucunda en temel ihtiyaçlarını kısıtlıyor olmanın bir çaresizliği vardır. Bu edna ihtiyaçlara ara verilmesi insanın ruhsal ve zihinsel doyumuna vakit ayırması için değil midir?
İnsanın anlama denen makama ulaşması için en azından yavaşlaması gerekiyor demiştik; hatta mümkünse zaman nehri içinde durması… Kendini tutabildiği, durdurabildiği ölçüde anlamda derinlik mümkün oluyor. Yavaşlamanın bu kadar mümkün olduğu, Ramazan dışında başka bir fırsatı var mıdır insanın?
Düşünce dünyamızın kökleri olan gelen-ek denilen zemin de aslında bir zaman kavramıdır. Gelen’e eklendiği ve şekillendirdiği için gelen-ek denmiştir. Geçmiş birikirken bir besin kaynağı ve enerjiye mi dönüşüyor yoksa hamallığa mecbur bırakan bir yüke mi dönüşüyor sualinin de en sıhhatli cevabı Ramazan içinde verilebilir diye düşünüyorum.
Geçmiş, olmuş ve geçmiş midir? Olup geçen her ne ise o şeyin şimdiye dolayısıyla gelecek’e müessir olmaması mümkün müdür? Geçmiş bu denli önemli ise elde edilen tecrübeden şimdide istifade etmek ancak bir bilinç ile gerçekleşebilecektir. İşte bu bilinçlilik yalnızca kulluk ile mümkün olur. Kulluğun makbul hâli ise bütün vakitleri tanzim etmesindedir. Belli bir zamana sıkıştırılarak sınırlandırılmış bir kulluk, kulluk olmayacaktır elbette. Kulluğun en sahih tezahürü ibadettir. İbadetler muayyendir. Şartları ve rükünleri vardır. Bozan hâlleri, kazaları, kefaretleri vardır. Ama kulluk böyle değildir. Kulluğun çerçevesi ömürdür. Daimî bir bilinç hâli gerektirir. Kulluğun bilinçliliği ile ibadetin tertibi cem olunca ortaya ihtişamlı bir aydınlanma çıkar. İşte bunun belki de en muazzez zamanı Ramazan ayıdır. Çünkü oruç, ibadetler içinde riyadan en uzak olanıdır, günlük hayatı en çok kuşatandır. Böyle olunca çok ciddi bir imkândır. Değerlendirebilmek kişinin elindedir. İradesi bu durumu çekip çevirebilecek evsaftadır.
Modernite, insanını oyuncakları ile avutmakta ve kendine gelmemesi için delice bir emek harcamaktadır. Zira insan kendine gelirse bazı itirazları ve soruları gündeme gelecektir. Bu ise tüketime ayarlanmış olmaktan kurtaracaktır onu. Modernizm, kapital bir tüketim çarkı ile varlığını sürdürdüğünden bu durum gerçekleşsin istememektedir hâliyle. Ama biz bir tek uyanığın, binlerce uyuyanı uyandırabileceğine inananlardanız. Ekran yorgunu ve gaflet uykusundaki insanlara iftar saatini beklerken geçiştirilmeye çalışılan anlarını birer anıya ve anlamaya çevirebilmeleri için yani kendilerine gelmeleri için sesimiz ve sözümüz, nefesimiz ve soluğumuz yettiğince nida edeceğiz: “Ey o bütün iman edenler! Üzerlerinize oruç farz kılındı, nitekim sizden evvelkilere de farz kılınmıştı. Umulur ki takvaya ulaşırsınız.” Bakara suresi 183. Ayet
Yorum gönder