Dönem Müziği mi, Dönemin Müziği mi?
Yazar: Adem Ceylan
İslamî kimliğin 1980’lerden sonra artan kamusallığı ve yaşanan hızlı toplumsal değişimi anlamlandırma ve toplumsal üretimin “İslamî”sini üretme arayışları, pek çok kavramın tartışılmasına sebep olmuştur.
Adı konulamadı ilkin. Kimilerine göre “yeşil pop”, kimilerine göre “İslamî müzik” kimilerine göre ise “İslamî özgün müzik” olmalıydı adı. Adı olmayanın türü nasıl olsundu! Hem yapanları hem tanımlayanları türünü tespitte mutabakata varamadı. Kimileri onu popüler bir müzik türü olarak gördü. Nasıl görmesindi! Literatüre sadık kalmak isteyenin sığdıracağı bir başlığa benzemiyordu. Kimileri onu aslında bir müzik bile kabul etmiyordu. Ezgi mi marş mı tartışması bir yandan sürerken protest bir ruhtan beslendiğinden mülhem “protest müzik” diyenleri oldu. “Alt sınıfların kente ve topluma uyumsuzluğunun meyvesidir bu.” diyenler de onu, arabesk müziğe nispet etmekte beis görmediler.
İçinde bulunduğu toplumun değişimiyle, kültürel özellikleriyle şekillenmez mi müzik? Gelişmesine imkân tanıyan ve gelişmesine imkân sağladığı, kimi zaman en sadık destekçilerinden bile daha fazla katkı sağladığı siyasetle, doğumunun müsebbibi olan; bazen onun sayesinde, bazen de ona rağmen büyümeye çalıştığı din ile hele hele son yüzyılda ekonomi ile aynı yatakta akmamış mıydı müzik? İnsanlığın yaşadığı her olay; savaşlar, ölümler, yasaklar, kurallar, refah, bolluk, aşklar, hasretler toplumun birbirine bağlı tüm organlarını etkilediği gibi müziğini de derinden etkilememiş miydi?
Bourdieu, toplumsal sermayeyi farklı türlere ayırırken bu sermaye türlerini “ekonomik, kültürel, toplumsal ve sembolik sermaye” olarak sınıflamış, bu alanların kendi aralarındaki etkileşimini bir “mücadele alanı” olarak tanımlamayı, alanlar arasının hiyerarşik tanziminin müessir üstünlüğünü de siyasete bırakmayı ihmal etmemişti. Müzik, din ve siyaset arasındaki ilişkiler ekseninde şekillenen, adında bir türlü ittifak edilemeyen ama söyleyenlerinin kahir ekseriyetinin kabul edeceği haliyle; “İslamî marş ve ezgiler”, 1985 sonrası Türkiye’de İslamî hareketin bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu çıkış hem bir söylem alanı oluşturmaya hem de beslendiği toplumsal muhayyilenin söylem üstünlüğünü elde etmeye matuftu sanki.
Kültürel sermayenin somutlaştığı alan olarak sanat, ülkemizin son iki yüzyıldır (belki daha da uzun) yaşamakta olduğu modernleşme hikâyemizin en önemli alanlarından, “iktidar mücadelesi” alanlarından birini oluşturdu. Batılılaşma-modernleşme hikâyemizin en önemli kavşağı olan Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte başlatılan kültürel devrim uygulamaları, hafızamızda yerini muhafaza ediyor. Bir bakmışsın geleneksel Osmanlı musikîsi icra eden kurum ve kuruluşlar kapatılmış, kesmemiş 1927 yılında geleneksel Türk müziği eğitimi yasaklanmış. Hangi gerekçeyle mi yasaklanmış; geleneksel Osmanlı-Türk musikisinin Bizans kültüründen mülhem olduğu gerekçesiyle tabii ki. Bizans kültürünün etkisiyle şekillenmiş geleneksel musikî yasaklanınca artık daha hızlı bir şekilde modernleşmenin önünü açacak Batı müziğinin benimsenmesini ifade eden “Musikî İnkılabı” yapılmış. İnkılap çerçevesinde 1930 yılında İstiklal Marşı bestesinin Batılı bir forma dönüştürülmesiyle de siyaset-müzik-sanat münasebeti üzerine söz söylemek isteyenlere ne imkânlar tanınmış.
İkinci Dünya savaşından sonra yeni bir modernleşme hamlesiyle küresel dünya sistemine entegre olmaya çalışan genç cumhuriyet, siyasal kırılmalarıyla birlikte 1980 yılından sonra istikametini liberal politikalar aracılığıyla gerçekleştirmeyi amaçlamış, yarım kalan hikâyenin tamamlanması ise 2000’li yıllara nasip olmuştur. 80 sonrası yaşanan siyasal paradigma değişimi her alanı etkilediği gibi toplumsal yapıyı da etkilemiş; 60’lı yıllarda, uzun yıllardır toprağın altında sakladığı başını kaldırmaya başlayan İslamî hareket 80’lerle birlikte -liberal politikaların bir sonucu olan ifade serbestliğinin de neticesi olarak- tüm toplumsal alanlarda kendisini ifade etmeye çalışmıştır. İslamî marş ve ezgilerin ortaya çıkması ve devamlılığını sağlayan motive edici fikir kaynağı da özellikle 80’li yıllarda yükselen işte bu İslamcılık düşüncesi ve İslamî hareket olmuştur. Aynı zamanda bu düşünce ve hareket, toplumsal hayatın farklı unsurlarında karşılık bulması beklenen bir “duruş/tavır alış” biçimini de üretmeyi hedeflemiştir. Bu noktada İslamcılık düşüncesinin tavır aldığı ve duruş geliştirdiği temel konular “Batı modernliği” ve bu modernliğin Türkiye’deki uygulanma biçimi olarak “pür Batıcı modernleşme anlayışı” ile yaşanan tarihi serüvenin edilgen hale düşürdüğü “Müslüman özne”nin yeniden inşası ve sömürgenin boyunduruğunda kalmış da olsa Müslüman coğrafyada her türlü birlik, “ittihad-ı İslam” için her türlü “mücahade”dir.
İslamî kimliğin 1980’lerden sonra artan kamusallığı ve yaşanan hızlı toplumsal değişimi anlamlandırma ve toplumsal üretimin “İslamî”sini üretme arayışları, pek çok kavramın tartışılmasına sebep olmuştur. İslam’ın, modernliğin dışında ve üzerinde duran bir kimlik olarak kodlanması, modern yaşama ve onun sahip olduğu kurumlara alternatif, özgün kurumlar sunabileceği düşüncesi, önce Müslüman entelektüeller tarafından dillendirilmiş ve akabinde Müslüman camia tarafından alımlanmıştır. İslamî hareketin kamusal alana taştığı bu yıllarda İslamî marş ve ezgiler, Müslüman kimliğinin bir ifade biçimi olan İslamcılığın müzik alanında görünen yüzü olmuştur. Batılı bir anlayışla üretilen popüler müziklere bir alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan İslamî marş ve ezgiler aynı zamanda, İslamî mesajları müzik alanını kullanarak ortaya koymuş ve küresel yaşam biçimleri içerisinde görünürlük kazanma gayretinde olmuştur. Hayatın her alanında Müslümanca varlığını muhafaza etmek ve yaşadığı, etkilediği, etkilendiği toplumsal vasatı İslamî bir çerçeveye oturtma idealinin adı olan İslamî Hareket; idealize ettiği insan, toplum ve devletle ilgili düşüncesini topluma tüm kanallardan iletmeliydi. Öyle de oldu. Sene, 80’lerin ortasını devirdiğinde “bant tiyatroları” ve bant tiyatrolarında müzik sesi duyulmaya başladı. Müzik dediysek, akla dijital kayıt odaları, türlü türlü enstrümanlar gelmesin hemen. Zira Müslümanlar yaptıkları her işin meşruluk zeminini inşa etmeli idiler evvelen. Bir yandan müziğin ve enstrüman kullanmanın meşruluk zeminini inşa edecek fıkhî tartışmalar yürüyor bir yandan da meşruluğu müsellem alandan Grup Selika gibi sesler yükseliyordu. Meslekten müzisyen olmayan insanların, ânın vucubiyetini ifa için amatör bir ruh ve müzik bilgisi ile başladıkları bir yolculuktu bu. Maksat üretilen müzikle şöhret basamaklarını tırmanmak veya piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirip zengin olmak değildi.
Toplumsal bir ihtiyacın hâsılası olarak ortaya çıkan İslamî marş ve ezgileri besleyen İslamcılık, haddizatında insan deneyiminde var olmamış, yaşanmamış-yaşanabilme ihtimali muğlak, ileri bir toplum seviyesine erişmeyi hedefleyen bir ütopyanın adı değildi. O, İslam’ın altın çağı olan peygamber ve sahabenin yaşam serüvenini, vahyin İslam toplumuna uygulanma yollarını gösteren ideal bir toplum modelini öne sürer. Geçmiş bir deneyim örneğinden esinlenen İslam’ın altın çağı, bir ütopya değildir. Zamanını ıslah etmiş ve zeminini vahiyle inşa etmiş bir toplumsallık üreten İslam’ın yeniden canlanmasını amaçlayan İslamcılık hem gelenekselci İslam anlayışına hem de modernizme yönelik eleştirel bir yaklaşım sergileyerek bu idealin gerçekleşeceğine inanmıştı. İslamî müzik ve ezgileri besleyen İslamcılık düşüncesi ve İslamî hareketi yalnızca İslam’ın siyasallaşmasıyla anlamaya ve açıklamaya çalışmak, İslamcılığın ortaya çıktığı fikri ve toplumsal vasata karşı kör olmaktan başka bir şey değildir.
Şu ana kadar söylediklerimizden, İslamî marş ve ezgi içeriklerinin İslamcılık düşüncesinin siyasal, toplumsal ve kültürel söylemlerinin izdüşümü olduğunu söylemeye gerek kalmamıştır sanırım. Zira toplumsal, siyasal ve kültürel bir düşünce olarak kabul edilebilecek İslamcılık söyleminin dikkat çeken konuları, müzik örneklerinin içeriğinde de kullanılmıştır. Bu örneklerin başında “Ümmet bilinci” geliyor desek abartmış olur muyuz, bilmiyorum. Çünkü geniş bir aile kuran İslam inancı, inananları birbirinin “kardeş”i kılmaktadır. İslamî ezgi ve marş örneklerindeki ümmet söylemi, Doğu ve Batı arasında cereyan eden bir kavganın parçası olarak kullanılmaktadır. Buna göre geçmiş zamanlarda görkemli bir şekilde ortaya çıkan, ancak son iki asırdır Batı medeniyeti karşısında “geri kalan” İslam medeniyetinin, “ümmet” bilincinin yeniden kazanılmasıyla canlanacağı kabul edilir. Bu, yeniden bir diriliş hamlesi ise dünyada yaşayan Müslümanların önce kendi ülkelerindeki İslamî hareketlerin başarıya ulaşmasıyla, sonra ise birbirleriyle kuracakları ve geliştirecekleri ilişkilerle mümkün olacaktır. Yine bu dönemde üretilen marş ve ezgilerde “ideal İslam toplumu”, “şehadet”, “cihat”, “başörtüsü”, “İmam-Hatip Lisesi”, “Ayasofya”, “yeni dünya düzeni” gibi birçok kavram kullanılır. Bu temel kavram ve temalarla şekillenen İslamî marş ve ezgi örneklerinin en önemli işlevi ise mesaj yüklü içerikleriyle “kimlik” kazandırmaktır. İslamî marş ve ezgilerin kimlik kazandırma işlevi, modern dünyadaki Müslüman(lık) anlayışı ve prototipinin yeniden tanımlanarak inşa edilmesinin bir sonucudur.
80’lerin sonunda başlayan ve yıllara göre ve parçayı üreten kişinin mensubu bulunduğu yapıya göre farklılık arz eden İslamî marş ve ezgilerin üretim hızı, 28 Şubat sürecinden sonra azalmış ve ezgilerin dilinde gözle görülür bir değişim yaşanmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise İslamî marş ve ezgi türü, kendisine kaynak teşkil eden İslamî siyasal ve kültürel altyapı ve gündelik pratiklerin değişmesi nedeniyle dönüşüme uğramıştır. Çünkü 2000’li yıllardan sonra İslamî çevrelerin düşünce ve davranış dinamiklerinde yeni tercihler ortaya çıkmaya başlamıştır. Özellikle birey, toplum, siyaset ve küresel sorunlara karşı geliştirilen söylem ve pratikler, 90’lı yıllardan farklı olarak eleştirel muhalif bir tutumdan uzak görünmektedir.
Yukarıda ne demiştik, hiyerarşik müessir güç, siyaset. Öyle olunca özellikle 30 yıldır İslamcı düşünce paradigmasına dayalı olarak siyaset yapmayı tercih eden bir siyasal gelenek içerisinden “muhafazakârlık, demokratikleşme ve liberal” değerleri merkeze yerleştiren bir siyasi partinin siyasal iktidarı elde etmesi ile siyaset-İslamî marş ve ezgi ilişkisi yeni bir evreye girdi. Çünkü İslamî kesimin adalet, eşitlik, refah kavramlarıyla yönetici otoritelere karşı muhalif bir söyleme dönüştürdüğü siyasal hareket, ilk defa iktidar olma imkânı elde etti. Her ne kadar iktidar olan siyasal hareketin temsilcileri kendilerini İslamî siyaset geleneğinin dışında konumlandırmaya özen gösterseler de kamuoyu algısı bu şekilde gerçekleşmedi. Hem muhaliflerinin hem mensuplarının İslamcı olarak kodladıkları siyasi iktidarın iç ve dış politikadaki tercihleri, İslamî camianın hem konum alış sürecine hem de üreteceği müziğe etki etti. Bu yeni dönem, İslamcılığın öldüğü dönem olarak tanımlayanlarca, marş ve ezgilerin de dönem müziği olarak tanımlanıp maziye ait bir kategori olarak görüldüğü dönem oldu. Hâlbuki Yasin Aktay’ın “İslamcılığın Halleri” yazısında ifade ettiği gibi İslamcılık, bu dönemde başka bir hali yaşıyor olabilir ve İslamcıların tezahür alanları değişime uğramış olabilirdi. Türkiye İslamcılığının siyaset, ekonomi, eğitim, kültür ve iletişim alanlarındaki sürekliliğinin, merkezî politik iradenin farklı tavır alışlarıyla doğrudan bir kırılganlık gösterdiği elbette ifade edilebilir ve her şeye rağmen İslamî hareket alanındaki gelişmelerin, siyasal müdahalelere, siyasal gelişmelere ve olanca hızıyla devam eden toplumsal değişmeye rağmen farklılaşarak sürekliliğini devam ettirdiği gönül rahatlığı ile iddia edilebilir.
Öyleyse doksanlı yıllarda müzik üreten kişi ve grupları eleştirmek yerine, “o günkü müziğin doğmasına neden olan toplumsal ve fikrî zemin bugün neden yok ve nasıl oluşturulabilir?” sorularını sormak gerekiyor. Zira her ne kadar ezgilerin önemli konularından olan başörtüsü, İmam Hatip Lisesi, Ayasofya gibi meseleler çözülmüş ise de Suriye, Doğu Türkistan ve Filistin başta olmak üzere ümmet temalı tüm meseleler katlanarak devam ediyor.
https://insicam.net/2022/10/06/donem-muzigi-mi-donemin-muzigi-mi
Yorum gönder