Sezai Karakoç’la Kırk Saat

Sezai Karakoç’la Kırk Saat

Yazar: İsmail Demirbaş

Diriliş ve medeniyet şairi Sezai Karakoç, bizi Hızır’la Kırk Saat kitabında uzun ve anlamlı, zaman ve mekân ötesi bir yolculuğa çıkarır. Sezai Karakoç şiirlerinde tarih ve medeniyet bilinci açık bir biçimde hissedilir. Kur’an’ın anlam dünyasına ve sembollerine vâkıf olan Karakoç, bu sembolleri yerli yerinde kullanma konusunda da üstattır.

Kitabın ve şiirin merkezinde yer alan Hızır ismi, Kur’an-ı Kerim’de açık olarak geçmez. Müfessirler, Kehf suresinde Hazreti Musa’nın birlikte yolculuk yaptığı, bilgi ve hikmet sahibi olarak tanıtılan kişinin Hızır olduğunu belirtirler. Rahmet, hikmet ve ilim sıfatlarıyla muttasıf olan Hızır, bizi şehirden şehre, diyardan diyara götürür.

bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim

beni yalnız yarasalar tanıdı

az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı

adım hırsıza da çıkacaktı

Hakikatleri görmek için göz değil, basiret gerekir. Gözü olmayan yarasaların tanıdığını insanlar görememiştir. Görmek için makam, rütbe, unvan ve kariyer yetmez, gönül sahibi olmak gerekir. Kimsenin görmediği şeyleri bir bağ bekçisi yakalayabilir. Bu şehrin basiretini yitirmesinin sebebi malum olmuştur:

her evde kutsal kitaplar asılıydı

okuyan kimseyi göremedim

okusa da anlayanı görmedim

İlahî yasaların kitabı duvara asılınca insanlar kanunlarını kendileri yazmaya başlamıştır. Oysa esas olan taşın, kayanın, suyun, göğün, çiçeğin tabi oldukları kanunlardır. Diğer kanunlar anılardan farklı değildir. Yazan kişiye göredir ve gelip geçicidir.

kanunlarını kağıtlara yazmışlar

benim anılarım gibi

taşa kayaya su çizgisine

gök kıyısına çiçek duvarına değil

İlahî yasalarla bağını koparan kent, ruhunu kaybetmiştir. Taş kesilmiştir. Kedi yavrularından başka el uzatmaya değer soluk alır bir nesne kalmamış ey batıdaki mağaralar.

beni afyonunuz bağlasaydı da

uyusaydım

bu katı bu sert kente gelmeseydim

aradığım bu ülkede de yok

taşlar hatıra yazılamayacak kadar

fazla kararmış

İkinci durakta “yeşil sarıklı ulu hocalar”dan şikâyet edilir. Çünkü çağın putlarını yok etmeyi anlatmamışlardır. İbrahim döneminin putları mermerdi. Ulu hocalara düşen ise kâğıtlara, kelimelere, sözlere sinen çağın putlarını, putları görmek ve topluma öğretmekti. Böyle bir şehirde cana yakın atlardan başka bir şey yok.

ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

kardeşim İbrahim bana mermer putları

nasıl devireceğimi öğretmişti

ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım

ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz

Ulu hocaların öğretmediklerini şair zamandan öğrenir ve öğrendiklerini aydedeye, delikanlı ateşlere, en umutsuz bekârlara, kundaktaki çocuklara, fundalara, keçilere, keçi yollarına öğretir. Ulu hocaların üzerine düşeni yapmadığı şehirde ilim ve rahmet sembolü Hızır, camide omuz omuza namaz kılan iki Müslümanın arasından geçer ama onlar da fark etmezler. Hutbede imamın sözleri arasına karıştırdığı tek bir kelimeyi de birkaç kişi hariç dinleyenler fark etmezler. Camidekilerin ve namazdakilerin fark etmediğini çocuklar fark etmiştir.

bugün iki çocuğun konuşmasına kulak konuğu oldum

biri beni öbürüne çiziyordu

yüzü yeni gelmiş bir vahiy gibi

gözlerinin önünde hep Rahman suresi canlanır

kalbi hep Yasin okur

Hızır’ın kim olduğunu biz Hızır’ın dilinden öğreniriz. Hızır en çok emek ve gayret sahibi işçilere, saflığın ve teslimiyetin sahibi meleklere öykünenlere benzer. Öz’dür o, ameldir, hayr peşinde olmaktır. Uzun sözlere ve uzun yazılara gerek duymayacak kadar öz’dür.

Hızır Hızır, işçi demek

meleğe öykünen demek

benim kitabım bu kadardır

yazıtım kısadır

Şairin dirilişten ne anladığını dokuzuncu durakta anlarız. Gerçek diriliş ölmeden önceki diriliştir. Diriliş, günlük evrimden ve kanlı devrimden farklı olarak insani ve fıtridir.

öldükten sonra insan nasıl dirilecekse

ölmeden ben öyle dirildim

Hızır’la yolculuğumuzda Zebur düğünlerine, İncil şölenlerine, Tevrat ülkelerine gideriz. Bin Hızır’dan biri olur, Kur’an ordusunun içinde başkentlere yürürüz. Bu uzun yürüyüşte; Nuh, Şuayb, İlyas, Zülkifl, Eyyüb, Yunus, Yakup, Musa, Meryem ve İsa ile görüşür; Orta Doğu’ya, Dicle kenarına, Hıdırellez pikniklerine, Asya’ya, Afrika’ya uğrarız. Urfa, Nizip, Bilecik, Cizre, Kudüs, Mekke, Medine, Hiroşima, Nagazaki, Bedir, Bursa, Şam, Bağdat, Harran, İskenderiye şehirlerinde dolaşırız.

Dirilişe öncülük eden Şeyh Galip, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Celaleddîn-i Rûmî, İbn Rüşd, Şems-i Tebrîzî, Mansûr’u ziyaret ederiz. Cebrail, İsrafil ve Azrail’i dinleriz. Ali’den, Ömer’den, Ebubekir’den dersler alırız. Dolunayın rehberliğinde çölü geçer, nehirler atlarız. Hz. Âdem’den bu yana yaşananları bu yolculukta bir daha yaşarız. Yolculuğun otuz dokuzuncu durağında bir müjde alırız: Değişim / Diriliş başlamıştır.

bir Kadir gecesinde

dönüşmeye başladı kaderi

yeryüzünde

karınca azabına uğratılmış Müslümanların

sonra bir değişim daha

kendinde özetleyen bütün peygamberleri

son peygamberin kendisi sanki

Hızır da işi bitip de aradan çıkan köprülerin en yükseği

Kırkıncı durakta, beklenen son mehdi gelmiştir. Mehdi, hidayet yolunu gösteren demektir. O geldiğine göre değişim başlamıştır ve Hızır’ın işi bitmiştir. Toplumu diriltecek, yeniden düzeltecek, insanı erdirecek, kentlere mutluluğu bir ikindi anıtı gibi getirecek, şeytanı bir köşeye sıkıştıracak olan odur. Bu değişim;

“bir kan pıhtısından meniden

bir insan türeten

sonra onu büyüten

sözüne kulak yapan ağız yapan…”

Allah’ın lütfuyla olacaktır.

Yorum gönder