Bilinç, Bağlam, Ölüm
Yazar: Mustafa Eser
İnsan, hayatının her bir kolunu bir yerlere bağlar. Anlamlılık, bağlamdadır. Anlamın aktarımı bağlamdadır. Anlamın sürdürülmesi bağlamdadır. Bağlam yoksa kompozisyon, bütünlük ve ahenk yok demektir.
Bilme edimi şeylerin ne olduğunu bilmek kadar ne olmadığını da bilmektir. Hatta bazen ne olmadığını bilmek daha kıymetlidir. İnsan bilebilecekleri içinde en çok kendinin ne olduğunu bilme derdindedir. Ne olduğunu ve ne olmadığını bilme gayreti ömür boyu sürecek varoluşsal anlam arayışının cephanesi olarak kişiye eşlik eder.
Bilme ediminin gayesi, bilinç oluşturmaktır. Çünkü ancak bilinç ile kişi kendini bilmeyi becerebilir. Bilinç ise bilmenin ardından anlamayı, tanımayı, inanmayı ve hatta hissetmeyi de içerimler. Bilinç hem şeyler hakkında hem de kendisi hakkında bir işçilik merkezidir. Şeyler hakkındaki işçilikte özne iken kendisi söz konusu olunca hem özne hem de nesnedir. Bu ise meseleyi epeyce çetrefilli hale getirir. Zira üzerinde söz söylediği şey kendisidir ve özne-nesne birleşmesi pek çok paradoksun rahmi olur.
Bilinçli bir özne olarak hayatta olmakla salt nesnel biyolojik yaşam sürmek arasında çok temel bir ayrım olduğunu kabul ediyoruz. Bilinçli varlık kendi varlığını deneyimler, denetler ve tasarlar. İnşa ve tahrip potansiyelinin farkındadır. Öznel deneyimlerimizin merkezi olan bilinç, çok yönlülüğü ve karanlık pek çok ayrıntısı ile halen insanlık için çözülmesi gereken bir düğüm konumundadır. Sanatın, bilimin ve felsefenin mayalanması; anlamın vuku bulması ve inancın kök salması gibi cevher mesabesindeki olgular bilinç ile kendilerine imkân bulurlar.
Bilinç ekseninde yapılan pek çok çözümleme ve değerlendirmelerin ortak noktalarından biri, bilincin ancak anlamlı bir sorumluluk alması ile varlığının anlaşılabilir olduğu hakikatidir. Anlamlı bir sorumluluk, kişinin direk ya da dolaylı yoldan temas ettiği her şey ile ilgili bir kaygıyı dolayısıyla bir ödevi ve hassasiyeti doğurur. İnsanın nihai olarak var olduğu sonucu bir anlamın varlığını da zorunlu kılar. Her ne ki vardır o varın bir çekimi vardır. Var ise anlamı; dolayısıyla mesajı vardır. Var ise tesiri vardır. Var olanın mutlak steril ve mutlak stabil kalması mümkün değildir. Var olmak hem ciddi bir yük hem de paradoksal şekilde bu yükü taşıyabilmenin motivasyon kaynağıdır. Madem varım o halde varlığımı anlamlı hale getirmeliyim, şeklindeki bir seyir değil elbette; varlığımın anlamı nedir, sorusundaki anlamın varlığını kabul ile başlayan bir seyirdir muteber olan.
Şeyleri bilmek, üzerinde konuşmak, bilincin bilinç hakkındaki işçiliği misali, önemli iken bilme ameliyesi üzerinde düşünmek, bir başka ifade ile bilmeyi bilmeye çalışmak zannediyorum daha önemli konumdadır. Bilmelerin var kıldığı bilinç, sürekli bağ kurar. Şeyler arasındaki bu bağ meselenin bir ayrıntısı gibi görünse de esasında bilinç olgusunun orijini mesabesindedir. Bilincin cevheri, şeyleri birbirine bağlayabilme kabiliyetindedir, diyebiliriz. Her yönüyle kurulabilen bu enformasyon şeylerin steril ve stabil ya da statik/durağan olmadıklarına delildir. Çünkü kurulan bağlantı, onları bağlantı kurdukları ile bir münasebete dolayısıyla etkileşime sokar. Her daim bir hareket ve bir değişim vardır. Sabit olan şey seyrin kendisidir. Kurulan bağlantılar bağladıkları şeyleri artık başka bir yere taşımıştır.
Akide, a-g-d kökünden gelip, düğüm atma anlamında bir kelimedir. İman bir nevi düğüm atma ise bu, bağlanmayı, bağlamı ve bağlanılan şeyin varlığını zorunlu kılar. İnsan, hayatının her bir kolunu bir yerlere bağlar. Anlamlılık, bağlamdadır. Anlamın aktarımı bağlamdadır. Anlamın sürdürülmesi bağlamdadır. Bağlam yoksa kompozisyon, bütünlük ve ahenk yok demektir. Her şey birbiri ile bir şekilde irtibatlıdır, bağlıdır ve bir şekilde uyumludur. Bağlılığın kaçınılmazlığına tahammül etmek yerine bunun bir imkân olduğuna inanmak bizi bambaşka neticelere götürecektir. Consciousness, İngilizce’de bilinç demektir ve “birlikte bilmek” anlamındadır. O halde şeylerin bağlı olduğu, bizim de bu bağlamı bilme ödevimiz, anlamlı sorumluluğun sebebidir. Anlamlı bir sorumluluk bu yönüyle hakikati fehmetme ve ona tabi olmayı da gerektirir.
Hakikat, benim algıladığım, bir başka ifade ile bilincimin var kıldığı bir gerçeklik değil; kolektif bilinç diyebileceğimiz birçok yönlülüğün marifetiyle fehmedilendir. Bilinç doğal mecrasında işçilik üretebilir, varlık gayesine uyumlu bir seyir gerçekleştirebilirse zaten kolektif bilinci kabul edecek ve tecrübelerin paylaşımının lüzumunu görebilecektir. Ama elbette bilinç de etkiye, kandırılmaya ve hatta bile isteye yanlış çıkarımlar yapmaya son derece müsaittir. Burada inancımızda “iç cihad” şeklinde terminolojiye girmiş namuslu bir duruşun ehemmiyeti devreye girer. Hakikatin hâkimiyetini, şahsi ikbalinin önüne koymak sadece bu duruşla mümkün olabilecektir.
Bilinç, seyrine ifade ettiğimiz şekilde devam edebilirse, kişinin kendisinin yalnızca kendisinden ibaret olmadığı gerçeğine de vakıf olacaktır. Süregelen bir akışın yalnızca bir parçasıyız ve bunu kabul edebildiğimiz ölçüde biriciğiz. Bunu fark edebildiğimiz ölçüde özgür ve özgünüz. Birlikte olmak, bağlantılı olmak, anlamlı sorumluluk dediğimiz kabulün ve çabanın bir neticesidir. Dolayısıyla bizlik ufkumuz ne denli derin ve genişse o derece sorumluluğumuz da ehemmiyetini ve kapsamını artırır. Meselelerin hiç birisi, bizi ilgilendirmez, değildir artık. Burada vurgulanması gereken bir başka nokta ise bağlam ile birliğin irtibatıdır. Bağlandıkça bir olan büyür. Bir olan iki olmaz daha büyük bir, bir haline gelir.
Değer oluşumu ve aktarımı da bahsedilen birlik ve bağlamın fark edildiği bilinçte onun işçiliği ile oluşacaktır. Uğruna öleceğimiz değerlerimizin, dikkat ederseniz, bugünden yarına oluverdiğini değil, ince süzgeçlerden asırlarca süzüle süzüle oluştuğunu göreceksiniz. Bu süzülmede ferdin çabası kıymetlidir ama asıl potanın sosyal tertibat ve doğal akış olduğunu fark edeceğiz. Kişinin varoluşsal tatmini ve yaşamını anlamlı kılması bahsedilen bu bütünün parçası olduğunu fark etmesi ile gerçekleşecektir.
Yaşamın anlamının en keskin gerekçesi olan ölüme de ancak bilinç sayesinde elde ettiğimiz şeyler arasındaki bağlam ile tahammül edebiliyoruz sanki. Ölüm gerçekleştiğinde yaşam fonksiyonları duruyor ama bilinç ile işlediğimiz insanlık kilimindeki ilmek çözülmüyor. Çıkarımlarımız, deneyimlerimiz ve yaşanmışlığımız desende yerini korumaya devam ediyor. Akıştaki katkımız bütün haşmetiyle orada kalıyor. Olan, yok olmuyor. Hiçbir iz silinmiyor. O halde bilincin birliğe olan doğal meyli ve bağlama olan mecburiyeti ya da kabiliyeti hem tevhidin hem de vahdetin varoluşsal konumuna mukavemet sağlıyor, diyebiliriz.
Yorum gönder