İstek Üretiminden Azabın Çetinliğine 

İstek Üretiminden Azabın Çetinliğine 

Yazar: Mustafa Eser

Anlamayı istemek, bilmeyi istemek gibi ulvi olana talip olmanın esbabı ne olabilir? Beşerî isteklerin haz için olduğu kabullenilirken bu soyut hallere ermeyi istemeyi nasıl anlamalıyız? İnsanın en geniş haliyle olma çabasında, beşerî yönü kadar beslenmeye muhtaç nazari yönünü de ihmal etmemesi icap eder. İnsan, iradesi üzerinde konuşabilmesini, imanını, ibadetlerini ancak bu nazari yönleri dolayısıyla gerçekleştirebilir.

Ya cidden merkez-i hissiyat olan dimağımız üzerine bir hükmümüz var mı?

Hiddet taht-ı tesirinde kanın ev’iye-i dimağiyeye hücum ederek huserat-ı asabiyemizi

şedit bir faaliyete mecbur kılmasıyla tahassul eden efkâr ve hayalât-ı mecnunâneye

 karşı bir iktidarımız var mı?”

Terbiye-i İrade Ethem Bakar

İstemek bir mazeret olabilir mi? Ya da istemek, cevap olabilir mi? İstemek istenileni meşrulaştırır mı? İsteğin nasıl oluştuğu hakkında mesai harcamadan istemenin makul olup olmadığını konuşamayız galiba. Modern dönem insanına göre istiyorum ifadesi, akan suların durması için yeterli olmalı. Bu nihai öz cevap olmalı ve bundan sonrası sorgulanmamalı. Hâlbuki asıl seyir bu sorudan sonra başlar: “Neden/Niçin istiyorsun?” ile mesela.

İsteğin bünyede hâsıl olmasının en anlaşılabilir sebebi beşerî/biyolojik gerçekliğimizdir elbette. Her ne kadar tebabette biyolojik yapı ile ruhi yapı birbirinden ayrı incelenerek neticeler elde edilmeye çalışılmış olsa da son zamanlarda bu iki gerçekliğin birbirinden ayrılmasının çok da mümkün olmadığı kabullenilmeye başlandı. İnsanın bedenindeki çeşitli biyolojik malzemelerin oranları, aralarındaki tepkimeler vb. sebeplerle yeme isteği, içme isteği, uyuma isteği oluşmakta ve durum pek çok insan tarafından anlaşılıp yadırganmamaktadır. Hatta bu istekler birer mecburiyet ve dolayısıyla hak olarak da kabul edilmektedir. Biz bu yazıda bahsettiğimiz beşerî isteklerin yanında insanın diğer katmanlarından kaynaklanan isteklerin makuliyetini ve meşruiyetini konuşmak istiyoruz.

Modern dönemde, arzunun üretiminde genellikle ekonomik sebepler ve haliyle kapital düşüncenin tüketimi artırmak için çok iyi kurguladığı imaj oluşturma zorunluluğu yatmaktadır. İnsanlar kapital dünyanın markaları üzerinden kendilerini var kılma ve dolayısıyla anlamlı kılma çabası içine girmektedir. Pek çok insan yığışım şekline dönüşmüş büyük markaların gönüllü reklam panoluğunu yapmaktan hiç de rahatsız olmamakta; bilakis bu hâl için daha fazla ödeme yapmaktadır. Manipüle edildiği ve iradesinin uyuşturulduğunu fark eden bazı insanlar için aynı kapital yığışımlar tarafından neredeyse yaşam alanı bırakılmamaktadır. Zannediyorum insanlık tarihinin hiçbir diliminde bizler harcamaya ve ne harcamasına muktedirler tarafından karar verildiği, aklımızın bu denli yönlendirildiği bir başka dönem yaşamamışızdır.

Kınanan eski ve övülen yenidir kapital sistemde. Yeninin cazibesi ve itibarı eskiyi çöp haline getirmektedir. Hâlbuki sonu gelmeyecek olan “yeni” tazelikten ziyade kandırılabilir bir hercailiği özünde taşırken, “eski” tecrübe edilmişliğin emniyetini göğsünde taşır. Eski çöp olan değildir. Bir kere çöp ne demektir? Bizim medeniyetimizde çöp var mıdır? Geri dönüşüm güzellemesi altında kendini kandırmayı tercih eden ve yine kullanışlı bir oyuna alet olan insanın neye çöp dediği, neyi kullan-at yaptığı; verdiği mücadelenin anlamlı olup olmadığı için bir ölçek olabilir.

İnsan arzularını tutabildiği ölçüde ve hatta arzularının üretimini tertip edebildiğinde, kendini sahici bir hayat gayesi ile hizaya çekmeye başlayacaktır belki de. İnsanın işitmesi için seslerin belli bir aralıkta olması gerekir. Görebilmesi için göreceği cisimlerin de belli bir boyutta olması gerekir. Bunlar gibi sıhhatli bir mutluluk için kendisini mutlu eden durumların da belli bir dozda ve aralıkta olması icap etmez mi? Zira insan, çok hızlı alışabilen ve haliyle çok hızlı bıkabilen bir yapıya sahiptir. Belli bir mutluluk dozuna alışmış bir insanın bu dozun altında bir mutluluğu kabul etmesi pek zor olacaktır. O halde kişinin mutlu olabilmek için büyük ve daha büyük eşikler oluşturması pek akıllıca olmayacaktır. Anın hakkını verebilmek, sadelikteki derinliği fark edebilmek, küçük olanın değersiz olmadığını bilebilmek için kişi kendini epeyce büyütmüş olmalıdır. “Küçük” şeylerle mutlu olabilmek büyük maharettir ve yalnızca büyükler becerebilir. O halde kendi iyiliği için âdem, beklentisini olabildiğince aşağıda tutmalı ve mutlu olabilmek için şartları zorlamaktan kaçınmalıdır.

İsteğin oluşmasında büyük oranda beşerî içgüdülerin söz sahibi olduğunu bilen insan, bunu kabullenebilme cesaretini gösterebilirse kendisini anlar. Anlayan yargılamaz ve affedebilme yalnızca anlayanın harcıdır. Yalnızca anlayan tedbir alabilir bir de. Anlayanın dirayetli bir duruşla “İstiyorum, evet; ama hayır, yapmayacağım.” diyebilmesi gerekir. İstemenin beşerî yönüne karşı alınacak önlem bu olabilir, diye düşünüyoruz. Ama asıl marifet, isteme denen çekimi budayabilmek ve istemenin peşinde ömrü heba etmemektedir sanki.

Anlamayı istemek, bilmeyi istemek gibi ulvi olana talip olmanın esbabı ne olabilir? Beşerî isteklerin haz için olduğu kabullenilirken bu soyut hallere ermeyi istemeyi nasıl anlamalıyız? İnsanın en geniş haliyle olma çabasında, beşerî yönü kadar beslenmeye muhtaç nazari yönünü de ihmal etmemesi icap eder. İnsan, iradesi üzerinde konuşabilmesini, imanını, ibadetlerini ancak bu nazari yönleri dolayısıyla gerçekleştirebilir. Düşünmenin kendisi üzerinde düşünmek gibi müşkül işlerde bu yönü faaldir. İnsanın nazariyat kabiliyetinde ki istekleri beşerî yönündeki isteklerinden daha karmaşık süreçlerle gerçekleşir. Dolayısıyla bu alanı terbiye etmek ve bu alandan gelecek sınanmalar beşerî yönüne kıyasla çok daha zordur. Beşerî yönüyle işleyeceği günahlardan daha kıvamlı günahlar bu katmanında mümkün olur. Beşerî ihtiyaçlarının isteğe dönüşmesi daha rahat gözlemlenebilirken bu yönde ki ihtiyaçların isteğe dönüşmesi pek çok karmaşık nedenden kaynaklandığı için anlaşılması neredeyse imkânsızdır. Dolayısıyla her iki durum karşısında şahitlerin de yargıçların da tavrı farklı olacaktır. Mesela açlığını gidermek için hırsızlık yapan birine gösterilecek hoşgörü ile ilmi statüsünü artırmak için emek hırsızlığına gösterilecek hoşgörü aynı olmayacaktır. Yardım denince akla gelen beşerî yöne ait ihtiyaçların karşılanmasıdır yine. Sağlık sigortaları bu alanı sigorta ederken ruhsal ihtiyaçlar için bu kadar geniş imkânlar sunmamaktadır. Elbette insan denen muammayı çözmeye devam ediyor insanlık. Kim bilir belki de gelecekte ihtiyaçlar hiyerarşisinde beşerî ihtiyaçlar önceliğini ruhsal ihtiyaçlarla paylaşacak hatta yerini ona devredecektir. Bahsi geçen bu iki katmanın arasında bir efdaliyet sıralaması ya da öncelik yarıştırması yapmıyoruz. Derdimiz isteğin bu katmanlardaki farklı seyri üzerinde düşünülmesini sağlamak.

İsteğin oluşmasında insanın kendini konumlandırdığı yer, en belirleyici sebeplerdendir. Zira konumlandırma bir anlam vermedir. Konumlandırma aynı zamanda bir istihdamdır. İstihdamın yeri, istihdam edenin ona bakışının neticesidir. Tekrar soralım: İnsan kendini nereye konumlandırır? İşte o yer isteklerin ne olacağının belirlendiği yerdir. Biriken, biriktiren, bu vesileyle kendini ebedi olacak zanneden kişinin konumu elbette kapital dünya olacaktır. Koşan, koşmaya davet eden, rızayı her şeyin önünde tutan ve hesap bilinci ile yaşayan kişinin de istekleri bambaşka bir dünyadan olacaktır. O halde herkes durmalı ve ne istediğine, neden/niçin istediğine yani kendini nereye konumlandırdığına bakarak hizaya gelmelidir. Zira istemenin bedeli de hesap da azap da zordur vesselam!

Yorum gönder