Kaçış ve Kayboluş
Yazar: Mustafa Eser
Gösterme, beğenilme isteğinin neticesidir. Kişinin gösteriye açtığı şey, o kişinin kendisini konumlandırdığı yer ile ilgilidir. Kendini vitrine koyduğuyla sunar/ifade eder. Mahremiyet hassasiyeti, vitrine konulacak şeylerle ilgili pek çok açıdan hesap yapmayı mecbur kılar. “Güzel saklıdır. Gizleme güzellik için aslidir. Şeffaflık, güzellik ile anlaşamaz.” der Byung–Chul Han.
“Mahremiyet hakkımızı kendi rızamızla katlettiriyoruz. Ya da belki sadece bize sunulan harikalar karşılığında ödenecek bir bedel olarak mahremiyet kaybına rıza gösteriyoruz.”
Zygmunt Bauman – Akışkan Gözetim
En incelmiş kabiliyetlerden olan nezaket, ancak ötekinin varlığını kabul edince mümkün oluyor. Ötekinin varlığına gösterilen bir ihtiram ya da ötekine karşı kendini konumlandırma şeklinde tezahür edebiliyor nezaket. Bir yönüyle sınır çizme bir yönüyle seviye belirleme sanki. Nezaket sahibi; hem kendine yakışanı hem de muhatabına yakıştırdığını veya hem talep ettiği muameleyi hem de kendinden talep edilmesi gereken muameleyi göstermiş oluyor. Kiminde içe dönük bir mesuliyetten, kiminde muhatabının tavrından dolayı bir mukabeleden, kiminde makamdan kaynaklı bir temsil mecburiyetinden, kiminde ise bulunduğu mekânın bir tesiri olarak ortaya çıkıyor.
Nezaket, tabiatı dolayısıyla bir alan belirliyor; mahremiyet alanı. Bu mahrem alanda olma işçiliğindeki samimiyeti, dışarıdan görülen nezaketinin niteliğini ve ortamı etkileme gücünü doğrudan etkiliyor. Olmadaki temel kural, çabanın gösterilmemesi iken göstermenin hazzı bazen galebe çalabiliyor ve bütün çaba heba olabiliyor. Bu mahremiyetin kaybolmasına ortam hazırlıyor. Mahremiyet kayboldukça ihtiram da kayboluyor. Nihayet nezaket de.
Eşyanın hakikatine terstir, teşhir. Her ne varsa o şeyin örtüsünü çıkarmak; mahremiyetini hiçe saymak hem ona hem de ona maruz kalana zulüm değil midir? Örtülülük bir mesafedir. Aynı zamanda bir sınırdır. Bu mesafe, ünsiyet için de şeyler arasındaki irtibat için de anlamın aktarılması ve bağların kurulması için de elzemdir. Mesafe olmadan ben denilemez. Mesafe olmadan sen de denilemez. O halde şahsiyet inşası da bu inşanın ardından mümkün olacak, biz idraki de mesafe ile yani mahrem alanların belirlenmesi ile gerçekleşebilecektir. Sınırlar ve mesafeler ile oluşan alanlar hak kavramına; dolayısıyla adalet kavramına da imkân tanır. Mahremiyetin olmaması, mesafesizlik ve sınırların yok oluşuna, bu da hak kavramının belirsizleşmesine sebep olacaktır.
Modern insan mahremiyeti, her türlü değerlerden arındırılmış bir haz iktidarının özgürlüğüne karışılmaması olarak kabul ediyor. Arzuların tatmini için zorlanan sınırları özgürlüğe dâhil edip, burası mahremiyet alanı olarak kabul görülsün istiyor. İlginçtir bu mahrem alanını da sergilemek için bedel ödüyor. Hatta sergisinin takdir edilmesini de talep ediyor. Teşhirciliği hak olarak görüyor ve bunun da ötesinde teşhire sırt dönme hakkını da muhatabına tanımıyor.
Yaşamın her alanını vitrine koyarak ilgiyi üzerinde tutma gayreti, kişinin ödevlerinden kaçmasından kaynaklanır genellikle. Sergilediği alanların bir sınırının olmaması ödevlerinin de kaybolmasıyla neticelenir. İnsan varlığını, “faydalı olmak” ile anlamlı hale getirir. Faydalı olmak, konumlandığı yerdeki ödevlerin icrası ile gerçekleşecektir. Ama sergi ile elde edilen ilginin yanıltan değerlilik hissi, ödevlerini gereksiz görmesine sebep olacaktır. Mahremiyetin silikleşmesi ödev bilincinin de tahribatına ortam hazırlayacaktır.
Mahremiyet, utanma duygusu ile güdülenir. Efendimiz (sav), “Utanmıyorsan dilediğini yap!” ikazı ile utanmaya davet eder insanlığı. Utanmazlık zemmedilir, kınanır. Mahremiyet alanının mukavemeti ancak utanma duygusu ile sağlanabilir. Elinde olanın, başkalarının elinde olmamasından kaynaklı bir utanma; fakrda elinde olmayanın başkalarının elinde olduğunu bilmeden kaynaklı utanma; cûd da utanmanın farklı veçhelerindeki edepli yansımalardır.
Gösterme, beğenilme isteğinin neticesidir. Kişinin gösteriye açtığı şey, o kişinin kendisini konumlandırdığı yer ile ilgilidir. Kendini vitrine koyduğuyla sunar/ifade eder. Mahremiyet hassasiyeti, vitrine konulacak şeylerle ilgili pek çok açıdan hesap yapmayı mecbur kılar. “Güzel saklıdır. Gizleme güzellik için aslidir. Şeffaflık, güzellik ile anlaşamaz.” der Byung–Chul Han. Gösterme amacının gösterdiğiyle değil, gösterme şekliyle ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Gösterme ile görünmesi aynı şey değildir bir de. İlkinde eylem faile aitken diğerinde gözlemciye aittir. İlkinde bir teşhir varken diğerinde olağan bir varoluş süreci gözlenir. İlkinde ötekinin nazarında değerli olmak hesaplanırken diğerinde içsel bir çabanın dışardan duyumsanması söz konusudur.
Beğenilme isteği, “iyi” olduğuna inandığı alanlarda uyanır. Bir de kendini yetersiz gördüğü alanlar vardır. Bu alanları ustalıkla gizleyebilir insan. Kendini geliştirme gayretine girebilir. Talebe olabilir. Ama mevcut iktidarın, mezkûr nakısını örtmek için de kullanması ihtimaldir. Emek isteyen faydalı bir ameliye üretme iştahsızlığını parasını ya da bedenini teşhir ederek geçiştirebilir. Bu bir kaçıştır. Onursuz bir kaçıştır.
Örtülü olmak, saklı olmak, bir diğer ifade ile çıplak olmamak şeklinde anlaşılabilir mahremiyet vurgusu. Mahremiyet alanının genişlemesi hayatı daha estetik ve anlamlı hale getirebilirken; mahremiyetin daralması ve kayboluşu, bir ilkesizliğe; dolayısıyla hukuksuzluğa imkân tanıyacaktır. Adaletin tesisi de sanatın icrası da fikrin mayalanması da ancak adalet ile yani hukuksal teminat ile gerçekleşebilecek üretimlerdir. Mahremiyet bu üretimlerin rahmi mesabesindedir.
Yaralarını gösterme cesareti ile kusursuzluk yalanı arasında mahremiyet algısının konumlanması temel belirleyicidir. İlkinde, mahrem olan bir gerçekliğe şifa bulma ya da tecrübe edinilmesi amaçlanırken diğerinde düpedüz bir yalan aymazlığı vardır. Yalan, genellikle saygınlığı kaybetme korkusuyla söylenir ama kişinin kendisine saygısını tahrip ettiğinden dolayı da mahremiyetin yok sayılmasına sebep olur. Mutlu olmadığı halde mutluymuş gibi davranma yalanı, zengin değilken zenginmiş gibi davranma yalanı ve bilgili değilken bilgiliymiş gibi davranma yalanı, çağımızın belki de en çok görünen türlerindendir ve çıkış noktaları itibariyle aynı frekansta yalanlardır. Hepsinde iç dünyasında kendine veremediği değeri dışarda arama yanılgısı vardır. Hâlbuki mutlu olmamanın da zengin olmamanın da ve bilgili olmamanın da olağan insani hallerden olduğunu kabullenmek belki de değer üretmek için çok sağlıklı bir adım olabilir.
Mahremiyetin kaybı, görünme ve göstermeye sebep olunca gerçeklikle yüzleşme yerine, yalanla avunma kaçınılmaz son olacaktır: Perdesiz evlerin sakinleri, kaybettikleri ev huzurunu avizelerine duyulacak muhtemel hayranlıkta arıyor olabilirler. Sevgisiyle birlikte, cinsel yaşamını da sergileyen âşıklar, belki de yüzleşmekten korktukları ilişkinin sorumluluğunu bastırıyorlar. Kendini anlattığına inandığı müziği, herkesin dinlemesini isteyip sesini yükselten sürücü belki de vicdanını dinlemek istemiyor olabilir. Bunlar ve bunlara benzer teşhir tacizi, bir kayboluş değil midir? Önce hürmete layık olanın kayboluşu, ardından mahremiyetin.
Hüznünü ve dolgunluğunu belki de başkalarına açmaya hicap edip yalnızca Rabbine arz eden Hz. Yakup’un edebi, yolumuza da yolculuğumuza da hürmet ve mukavemet kazandırsın! Böylece ahlaksız ayartıcıların karşısında Yusufça, “Ben Allah’tan korkarım!” diyen bir neslimiz olabilir.
Yorum gönder