Makamımız Neresi?
Yazar: Mustafa Eser
İnsan, çokça yanılabilen bir âdemdir. Bazen maruf adına yapılan eylem, insanın imajı için dolgu malzemesine dönüşebiliyor. Her yer kaygan. Her yerde, her şey ile ayartılmak mümkün. Olma’yı bir durak değil de bir çabalama hali olarak gördüğünüzde nispeten rahatlayabiliyorsunuz. Yardım yaparken belki de yardımla beslenebiliyorsunuz. Bazı algı hatalarını kasten düzeltmemeyi tercih ediyorsunuz. Vermenin çok tehlikeli hazzını, verdiğiniz şey ve kişi üzerinden yaşamakta beis görmez oluyorsunuz. Tabloda karanlık öyle çok yer var ki. Ah insan… Ne kadar kırılgan ve aciz…
“Zihnimiz, acizlerin şikâyetleri sığacak kadar
Kanırtılırken ses etmedik
Öcümüz alınacak korkusuyla irkildik
Kaldıysa bir soru içimizde
O da bir şey:
Nerededir yerle gök arasındaki ulak,
Nerde biz?”
İsmet Özel
Ünsiyet kabiliyeti ve hatta mecburiyeti çok boyutlu bir hakikat. İnsan, sirayet ediyor ve sirayete uğruyor. Sınırları belirlemek zor. Akış hangi yöne kestirmek çoğu zaman mümkün değil. Akışın debisi de yönü de her an değişir. Akış olgusu da akışkan yani. Ünsiyetin mecburiyeti ve kesintisizliği, fıkhını inşa etmede de bir probleme dönüşüyor. Zannediyorum kadim düğümlerimiz de buraya öyle ya da böyle temas ediyor; insan, varlık ve bilgi. Ünsiyet demek varlık demekse, bize düşen de bunların bilgisini fehmetmek zannederim.
Ünsiyeti çözümleyebildiğimiz ölçü de acziyeti kabul eder, teslimiyete boyun eğeriz. Buna rıza gösterdiğimiz için aziz oluruz. Ünsiyetin, irade ile kurgulanan veçhesinden mesulüz. Kurgulayabilme, isimlendirme hakkını da verir insana. Talimu’l-esma’ya bir de bu taraftan bakılabilir. Bu bir bahs-i diğer. Ünsiyetin kurgulayabildiğimiz veçhesinde, incitmemek hassasiyeti, merkeze/orijine tahkim edilmeli. İncitmemek demek, gayrısını bilmeyi ve hatta tanımayı en azından tanıma gayreti çekmeyi zorunlu kılar. İncitmemek, kendi çapını ve kabiliyetini de bilmeyi mecbur kılar. “Zira ne yapabilirim, nasıl yapabilirim, ne zaman yapabilirim ve ne ölçüde yapabilirim?” sorularına cevap vermek marifet gerektirir. İnsan tuttukça damıtır kendini. Tuttukça derinleşir. Tutmak için tanımak elzemdir. Neyi tuttuğunu bilmeden tutma mümkün olur mu? İncitmemek hassasiyetini merkeze konumlandırabilmek, eşyaya emanet nazarıyla bakabilmek demektir. Eşya sana musahhar kılınmıştır evet, ama yalnızca sana değil; sana da musahhar kılınmıştır. Dolayısıyla önünün ve ardının; sağının ve solunun hâsılı bulunduğun zemindeki herkesin ve her şeyin hakkını gözetmeyi zorunlu kılar bu emanet bilinci. İncitmemek, niyette kalp temizliğine; amelde ise ince hesaplama yapmaya eşitlenir. Ünsiyetin yalnızca bir ilkesini konuşuyoruz, dikkat buyurun. Bu ilkenin bütün ünsiyet damarlarını kuşatması ömürlük bir çaba ile ve ancak bir medeniyet ile sürdürülebilir olur.
Bir merkeze/orijine sahip olmak demek, bir yasaya, bir hukuka yani hesap verme şuuruna sahip olmak demektir. Bir merkeze sahip olmak demek, aynı zamanda bir köke aidiyeti ifade eder. Bir de bir orijine sahip olmak demek; amelinizin de mamülünüzün de orjinal olması anlamına gelir. O halde insanın ünsiyet mecburiyeti/kabiliyetinin maruf sayılabilmesi, o eyleminin iradî olmasıyla ve kendisinin mukallid olmamasıyla mümkündür, diyebiliriz. Yani her maruf orjinaldir, biriciktir, özeldir.
Ünsiyetin salihata tebdili, dikey bir beslenme ve kuşatıcı bir yasayı kabullenmekle kolaylaşır. Bunun için ünsiyetin de ünsiyet taraflarının da sahibine kulak vermek esas mesele haline gelir: “ O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk suresi, 2. ayet)
Anlamak için sayılar verilir bazen. Anlamak için bazen görseller kullanılır. Kıyaslar yapılır. Bir giriş bir gelişme bir de sonuç olur anlam aktarılırken. Acı ise söz konusu olan, mesela “çok” ne demektir? Neye “az” deriz? Neyin “normal” olduğuna, kim, neye göre karar verebilir? Mesela “beklemek” ne demektir? Kim, neyi, nasıl ve ne kadar bekler? Acıysa söz konusu olan, “anlıyorum” kelimesi, herkesin herkesi anladığını iddia ettiği bu sentetik çağda nereye dokunur? Had neresidir, hak nerede durur. Enkaz var bir de. Bir de onun altından gelen sesler… O sesler, o sözler nereye gider? Gider mi? Duyulmayan ses mi yırtar yüreği, duyulan sesler mi? Yavrusunun yavaş yavaş soğuyan elini tutan adamın bakışlarını göğsümüzde taşıyalım muska gibi. Öfke bir nimettir, susmak ise bambaşka bir nimet. Lütfen kimse konuşmasın bir dakikalığına. Susalım ve utanalım.
…
İnsan, çokça yanılabilen bir âdemdir. Bazen maruf adına yapılan eylem, insanın imajı için dolgu malzemesine dönüşebiliyor. Her yer kaygan. Her yerde, her şey ile ayartılmak mümkün. Olma’yı bir durak değil de bir çabalama hali olarak gördüğünüzde nispeten rahatlayabiliyorsunuz. Yardım yaparken belki de yardımla beslenebiliyorsunuz. Bazı algı hatalarını kasten düzeltmemeyi tercih ediyorsunuz. Vermenin çok tehlikeli hazzını, verdiğiniz şey ve kişi üzerinden yaşamakta beis görmez oluyorsunuz. Tabloda karanlık öyle çok yer var ki. Ah insan… Ne kadar kırılgan ve aciz…
Soru da sorun da ünsiyette; cevap da çözüm de ünsiyette. Birbirimize tutunarak, birbirimizi anlayabiliriz. Birbirimize varırsak kendimizi bulabiliriz. Topluca sarılırsak o ipe, kurtuluş mümkün. Rükuyu, ruku edenlerle yaptığımızda sağrımızdan kanatlar çıkacak, inanın!
Yaşanan felaket sarsıcı. Kendimizde değiliz pek çoğumuz. Gerçi ne zaman kendimizde idik bu da ayrı bir muamma. Refleks olarak yapılanlar var. Bir de refleksten öte planlı ameliyeler var. Her ikisinde de ümidimizi artıracak pek çok sahneye şahit olduk. Makamımız hamd makamıdır.
Tablodaki karanlıkların çokluğuna rağmen yolda olmak, yolcu olmak ve belki de bir yol yapma gayretinde olmak, en azından, ciddi bir cesarettir. Her yer yıkıldı. Ama pek çok yerimizi imar ediyoruz belki. Yara sarma çabası bizi tamamlıyor. Biz, bizim yasımızı tutuyoruz. Biz, bize merhem oluyoruz. Biz ne kadar çokmuşuz meğer! İnsan olma ortak paydasının nasıl da sağaltıcı bir kudreti olduğuna nazar ettik hepimiz. Dijital duvarlardaki saldırganlığın aksine nasıl da kol kola vererek birlikte koşabildik acılara doğru. Hepimizin boğazına düğümlenen yumrunun tadı aynı. Her birimizin gözünden akan yaş aynı. Kanımız da acımız da aynı. Bunlar ne mukaddes ortak paydalarmış, şimdi bir daha bildik. Makamımız hamd makamıdır.
Tertip edilen işlerde her bir adımın, her bir ayrıntının nasıl da ehemmiyetli olduğunu fehmettik. İş yapmanın; insanlarla iş yapmanın ama özellikle kriz anında insanlarla iş yapmanın “incitmeme” kuralıyla nasıl da rahmete dönüştüğünü ve bu rahmetin elbette kocaman zahmetlerden doğduğunu fıkhettik. Bu zahmet de bu zahmetin bebeği rahmet de merhem oldu ızdırabımıza. Yardım taşıyan aracın şoförü de yakıtını dolduran pompacı da tertemiz eşyasını paylaşmak için getiren ablamız da kumbarasını buruk bir heyecanla getiren çocuğumuz da bizim bir parçamız. Makamımız hamd makamıdır.
İzlemenin şehvetine kapılan da anlatmanın zevkine düşen de her durum ve şartta alay edebilme hakkını kendinde gören hercai genç de bizim. Saldırmayı ve gasp etmeyi akıllılık belleyen adam da basiretsiz yöneticiler de siyasî reklamın peşinde koşanlar da bizim. Kendinden olmayanın açığını burada da arsızca arayan akl-ı evvel de kâr peşinde koşan tüccar da işinin hakkını vermeyen inşaatçı da bizim başka bir tarafımız. Kirli bir tarafımız. Kabul edelim. Yıkayabiliriz. Yıkanabiliriz. İhmallerimizin neticesinin ortaya çıkardığı hikâyeyi okuduk, okuyacağız. Ödevlerimizi hatırlayalım. Meşguliyetten şikâyet etmeyelim. Odaklanacağımız yerleri tekrar tespit edelim. Yara nerede ve hangi merhem bu yarayı sağaltacak bir bilene soralım. O halde haydi, abdest tazeleyelim ve geçelim işlerimizin başına. Islah olalım hep birlikte. Makamımız hamd makamıdır.
Yorum gönder