Kanaat Sorgusu
Yazar: Mustafa Eser
“Bilmen gerekir ki gözün görme yetisi birtakım kusurlarla maluldür: Her şeyden önce o, başkalarını görür kendini göremez; çok uzaktaki ile çok yakındakini göremez; perdenin arkasındakini de göremez. Şeylerin dış yüzünü görür iç yüzünü göremez. Var olan şeylerin hepsini değil bir kısmını görür. Sonlu olanları görür, sonsuz olanları göremez. Görmesinde birçok hata işler; büyüğü küçük, uzağı yakın, duranı hareketli, hareketliyi durağan görür… Eğer gözler içinde bu kusurlardan arınmış bir göz (basiret)varsa ‘nur’ isminin ona verilmesinin daha yerinde olup olmadığını sormak isterim.”
İmam Gazali, Mişkâtü’l-Envar
Duyular insanın zihnine “dış dünya” ile ilgili algılarını taşırlar. Zihin de bu gelen malzeme ile bir netice elde eder. Bu netice bir kanaate dönüşür, gerekli dosyaya konulur ve lazım olunca kullanılır. Bu kanaat gömleğin ilk düğmesi mesabesindedir. Kanaat, Arapça kökten gelen قناعة “yetinme, doygunluk” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük قَنِعَ “yetindi, doydu” fiilinin mastarıdır. Zamanla yetindi, doydu anlamı, benimsenen fikir anlamında kullanılır olmuştur. Kani olmak kalıbı da yetinmek, mevcut ile tatmin olmak anlamında, az da olsa, kullanılır.
Mevcut ile yetinmek; yetinenin algısı, beklentisi, kudreti, niyeti, isteği, iştahı, heybesinin nitel ve nicel hali gibi birimlerle ilgilidir. Mevcut, senin algı eşiğinin içinde kalan mıdır yoksa bunun fevkinde bir mevcut var mıdır? Varsa, bu biz ne der? Bilince temas eden, bilincin fevkinde ve hatta belki de bilincin vardığı kanaatin zıddında bile olabilir. Anlamı kuşatmak, kavrayıp kavram oluşturmak, bireysel bir çaba ile elde edilebilir değildir. Ortak aklın birikiminden istifade etmek şarttır. Ele alınan düşünce, öncekilerin üstünde emek harcadığı bir alan olsa, siz de kalınan yerden devam etseniz bile zannediyorum bir şekilde algılanan şeyin özden ziyade bir kabuk olduğu ile yüzleşirsiniz. Siz de bu emeklerin boşa gitmeyeceğine inanarak ardınıza emeğinizi emanet edersiniz ve insanlığın derinleşmesine katkıda bulunmuş olursunuz. Bu tavır bir değerdir. Varoluşsal sancıların merhemine desteğiniz, bireysel gayret ile ancak ortak aklın bir parçası olduğunuzu kabul ettiğinizde mümkün olacaktır.
Duyu organlarının ve diğer kabiliyetlerimizin kanaat oluşturmamızda ve bu böyledir gibi hüküm cümleleri kurmamızda bize sağladıkları hizmet göz ardı edilemez. Ama bu kanalların hem nakıs oluşu hem de yönlendirilmeye son derece müsait oluşu, üstüne bir de insanın ancak aradığını bulma hevesi eklenince, kanaatin güvenilirliği her ne kadar ikna edici olsa da sarsılmış demektir. Duyuların eşikli oluşu; yani mahdud uzamın dışına gafil oluşları, hakikatin hududa mahkûm olduğu yanılgısına bilinci sürükleyebilir. Pek çok açıdan bakabilen ve bu yanılsamanın imkânını reddetmeyen bilinç, kavradığının dışında bilinebilecekler olduğunu ve hatta bilinemeyeceklerin de olduğunu fehmeder.
Hak ve dolayısıyla hakikat sınırlandırılamaz, budanamaz ve kalıba sığdırılıp somutlaştırılamaz. Bu takdirlerin yapıldığı ve heybeye atıldığı şey ancak gerçeklik olabilir. Gerçeklik, yanlış anlaşılan olabilir. Gerçeklik, hakikatin bir cüzü olabilir. Gerçeklik, hakikate işaret ediyor olabilir. Ama el-Hakk’a delil olan hakikat gerçeklikle eşleştirilemez, eşitlenemez. Hakikat ve gerçeklik arasındaki farklardan birisi de gerçeklik, mekâna ve zamana mahkûmiyeti ile varken hakikat, mekân ve zamandan azade de var olduğudur.
Madem insan zihnine veri taşıyan aygıtlar manipüle edilebilir, o halde bu aygıtlardan herhangi birisinin olmayışı kişiyi nakıs yapmayacaktır. Hatta belki de manipüle edildiği bir kanalın olmayışı onu hakikate daha çok yaklaştırabilir. Zira bazı aygıtlar varlıkları ile pencere değil perde vazifesi de icra ediyor olabilirler. Her aygıt aynı zamanda bir kısıtlama demek değil midir? Her aygıt algı için çeşitli dış girdilere mecbur değil midir? Mesela gözün görebilmesi ışık ile mümkündür. Bu dış şart algılayanın elinde değildir. Göz, ışık olmadan işe yaramıyor bu şart gerçekleşmeden görme eylemini icra edemiyorsa perde midir pencere mi? Daha evvelinde; gören göz müdür? Göz bakarken belki de gören başka bir kabiliyetimizdir. Kulak, belli desibeller arasındaki ses dalgalarını, ancak ses dalgalarını taşıyacak bir kanal marifetiyle duyabiliyorsa perde midir pencere mi?
İnsanın yalnızca aradığına odağını çevirmesi, aramadığını yok sayması/ görmemesi ya da aklına dahi getirmemesi aramadığını yok kılmaz: aramadığını hakikat dışına itmez. O halde insan, ne aramalıdır? Nasıl aramalıdır? Neden/niçin aramalıdır? Bulacağı şeyi buluncaya kadar arama devam ediyorsa bulmak istemediğini bulduğunda aramayı sürdürüp; bulmak istediğini bulduğunda aramayı bitiriyorsa burada büyük bir kandırmaca yok mudur? Hakikate temas etmeyi, ona tabi ve teslim olmayı isteyen bir insanın hakikate yakışacak bir namuslulukta iş tutması icap etmez mi? Bulduğunun hakikat mi yoksa kendi seyrinde onun işine yarayacak olsa bile bir yanılsama mı olduğu nasıl bilinebilir? Belki de bulması gereken aramanın kendisinin istenmiş olduğudur. Arama, belki de yalnızca bir eylem değil bir duruş ve makamdır.
“Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A‘râf, 179)
Taşınan taşıyana sirayet eder. Taşıyan da taşınana sirayet eder. Bakan göz, işiten kulak tadan dil ve algılayan bütün katmanlar birer taşıyıcıdır. Her taşıdıklarıyla hemhal olurlar. Bundan kanaat eden akıl da müteessir olur. O halde akıl yetinirken ne ile yetindiğini düşünüp huzurunu bozarsa belki de varlığının maksadı hâsıl olacaktır. Çeldiricileri bilip onlara hayır diyemeyen akıl, bütün ilahlara hayır deyip yalnızca Allah’a iman edebilecek midir?
Buyurun aşk ile şifa niyetine: LA İLAHE İLLALLAH!
Yorum gönder