Rıza, Talep ve Ölüm ile Anlam

Rıza, Talep ve Ölüm ile Anlam

Yazar: Mustafa Eser

Anlamanın oluşmasına imkân verdiği bir fenomen de affetmektir: Affetmek, doğası gereği anlamakla mümkün olabilecek bir neticedir. Anlamayan ya da anlayamayan affedemez. Anlamak, bilmenin de tanımanın da hissetmenin de ve nihayet inanmanın da fevkinde kuşatıcı bir kabiliyettir.

“Anlam zihinde bulunduğuna, şeylerden ve dilden bağımsız olduğuna göre onun biri şeylere

diğeri dile bakan iki yönü vardır. İşte bu bağlamda anlam; şeylere bakan yönü ile

bilgi (‘ilm, suret), dile bakan yönü ile anlam (ma’na) yani kendisidir.

Demek ki konuşma ya da iletişim; anlamı veren ve anlamı alan olmak üzere iki

kutup arasında gerçekleşmektedir. Anlamın verici kutbunu anlatılan (mana), alıcı kutbunu

anlaşılan (mefhum) şey oluşturmaktadır. Şu halde tam ve başarılı bir iletişim

anlatılan ile anlaşılanın (mana-mefhum) örtüşmesi ile mümkündür. Bu iletişim

ya da anlaşma; iki kutupta yer alan kişilerin aynı anlam üzerine konmaları

sonucu meydana gelen konuşmadır.”

Ali DURUSOY

Anlamanın imkânı, anlaşılan şeyin rızası iledir. Bu rızanın iradeli varlık olan insandan nasıl alınacağı nispeten açıkken iradesi olmayan varlıklardan nasıl alınacağı pek de açık bir mesele değildir sanki. İrade sahibine niyetinizi ve amacınızı aktarabilirseniz size rıza göstererek sizin onu anlamanıza salık verebilir, verir. Verir, zira iradenin varlık gayesi anlamak ve anlaşılmaktır. Dolayısıyla anlaşılmaya rıza vermemesi neredeyse mümkün değildir. İradesi olmayan bir varlık ise rızasını alacağınız; işte burada devreye ilahi nizam girer. Bu akışın bir usulü, bu tabiatın bir dili vardır. Ve dahi ruhu ve cevheri vardır. İşte bunu bilebilen onun ne ile hoşnut ve razı olacağını da bilebilecektir. Bundan gafil olan, ona dilediği gibi hükümran olacağına inanabilir ve gaflet içindeki muamelesi neticesinde, Kur’an’ın fesat dediği hal ortaya çıkar.  

Anlamanın oluşmasına imkân verdiği bir fenomen de affetmektir: Affetmek, doğası gereği anlamakla mümkün olabilecek bir neticedir. Anlamayan ya da anlayamayan affedemez. Anlamak, bilmenin de tanımanın da hissetmenin de ve nihayet inanmanın da fevkinde kuşatıcı bir kabiliyettir. Anlamın kıymeti ölümün varlığı ile de delillendirilir. Zira namütenahi arzuları ve düşünceleri olan insanın yok olmaması ontolojik bir zorunluluktur. Yokluğun neliği başlı başına bir tartışma konusuyken insanın yok olması meseleye çözülmesi zor yeni bir düğüm daha atılması demek olacaktır. Bu bağlamda affetmek de ölüm ekseninde anlamını daha sarih hale getirecektir. İnsan psikolojik olarak en kolay ölümü düşündüğünde ya da affedeceği kişi öldüğünde affedebilmektedir. Çünkü ölümün mutlaklığı karşısındaki çaresizlik, affetme erdemi ile dengelenebilir hale gelmektedir. Ya da teselli, teslim olunanla mümkün olduğundan ölümün tesellisi ölüme teslim olmakla netleşebilecektir. Rıza alabilen anlayabilir; anlayabilen affedebilir; ölüm rızayı da anlamı da affetmeyi de keskin ve derinlikli hale getirir.

Anlaşılacak olanın rızasını almak demek, onun varlığını var olduğu hilkati ile kabul etmek, onun üzerinde bir tasarruf iddiasında bulunmamak demektir. Ne ki bu çok zordur. Çünkü insan, ünsiyet zorunluluğu dolayısıyla hep bir tasarruf halindedir. Bu halini mahdud kılması ciddi bir teyakkuz ve emekle mümkündür. Bir Kur’an kavramı olan “takva”daki sakınma anlamı burayı da kuşatır herhalde. Tahrip etmeden ve dolayısıyla tahrip olmaktan sakınmak anlamındadır burada takva. Olanı olduğu hal ile görmek yani basiret; olması gerektiği hale gelmesine yani terbiyeye zemin oluşturacaktır. İnsan ancak kulluğa yani anlama talip olursa değişime ve değişim için emek sarf etmeye razı olacaktır. Rızanın ve haliyle talebin olmadığı seyirlerde ortaya çıkan durum mürailikten öteye geçemeyecektir.

Pek çoğunun pek çoğunu anladığı iddiası ile anladığı düşünülen şey hakkında bolca yorum yapılan bir çağda yaşıyoruz. Öyle ki bazen yanlış anlama bile bir dereceyi gösterir oluyor. Zira yanlış anlamak, anlama çabasının bir çıktısı olması dolayısıyla itibarı hak ediyor. Bazılarının doğru anlama iddiası o denli katiyet ifade ediyor ki yanlış olmasına ihtimal verilmiyor. Bu kesinlik, sağlaması yapılmamış neticelerin bir araya gelmesiyle anlaşılanın işaret dahi etmediği bir düğüme dönüşüyor. Anlıyorum, iddiası teselli de etmez oluyor artık. Zira sadece konuşmanın devamı için bir bağlaç niteliğinde; hatta bazen anlatanı susturmak için cümle sonu noktası olarak kullanılıyor. Anlama ameliyesi bu denli mukaddes haldeyken böyle savruk kullanılması onu tahrip gücü yüksek bir ünsiyet bombasına dönüştürüyor. Bu denli mukaddes ontolojik bir ihtiyaç, bu derekeye inince her türlü kullanım alanının güvensiz hale geldiği bir netice oluşturuyor.

Anlama, anlamın olabildiğince az hasarla aktarımıdır. Bu aktarım da kusursuz bir akış zannediyorum zordur. Aynı uzamda, aynı şekilde, muteber aynı mizaca ve aynı duyguya sahip insanlar arasında bile anlamın kusursuz aktarımı nadirattandır. Anlamın aktarımının kusursuzluğu, anlamın demlendiği dimağa sahip olanla bu anlamı bünyesine dâhil edecek varlık arasında kusursuz bir ilişki iledir. Bu, insandaki pek çok katmanın çiğliğinden ve mevcut potansiyelini tam olarak kullanmak çok az âdeme nasip olmasındandır. Bir de niyet etmek var tabi. Niyetin ibadetlerde farz olmasının sebeplerinden biri de anlatmaya çalıştığımız durumla alakalıdır biraz da. Zira eylemin salihattan olabilmesi, o eylemi işleme niyetindeki sıhhattedir. Ama aynı niyet meziyeti son derece konsantre duyguların deveran ettiği, yoğun bir hercümercin yaşandığı bir zeminde zuhur eder. Bu zemin o derece kaygan ve değişkendir ki insan bazen kendine bile münafık olabilecek gaflete düşer de üzerinde cidden düşünmezse bunu fehmedemez. Yani insanın varlıklar içinde itibarını sağlayan meziyeti onun en büyük imtihanı da olur aynı zamanda.

İnancımız gereği anlamın kusursuz aktarımı hem aşağıdan yukarı ubudiyette hem de yukarıdan aşağı ulûhiyettedir. Ne kul Allah’ı yanlış anlar, anlayabilir ne de Allah kulunu. Bu başka iki şey arasında mümkün olamayacak bir aktarım halidir. Ünsiyet değildir her iki yöndeki muamele. Zira ünsiyet mesafeli varlıklar arasındadır. Buradaki haliliyyettir. Mutlak birliktelik-birlik değil- ve ayrı olunması mümkün olmayan ontolojik bitişikliktir.

Ölümün elinde olduğu Allah, hayatı ölümle netleştirir. Razı olmasını kulunun kendisinden razı olmasına bağlamıştır. Kusursuz anlayan ve anlaşılmayı en çok hak eden de yine O’dur. Niyetin makarrı olan kalplerin özüne vakıf olan O’dur. Affetmek de O’nun şanındandır. Varlığın anlamına temas etmek veya o anlamı seyretmek ya da bu anlama dâhil olmak da yalnızca Allah’lı bir hayatla gerçekleşebilecektir.

“De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” Al-i İmran Suresi 64. Ayet.

Yorum gönder