Teslim Olmak ve Tercih Etmek
Yazar: Mustafa Eser
Başımıza her ne geliyorsa kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzündendir. Bu ilkeyi de şöyle anlayabilir miyiz; vukuat karşısında duyumsadığımız algı yani vukuatın bizdeki yansıması bizim elimizdedir? Zira duyumsayan biziz. Vakıayı yorumlayan biziz. Potansiyelimizi tasarlayabilir ve neyi, nereye, hangi dozda ve ne zaman ilave edeceğimizi bilebiliriz, bilmeliyiz.
“Hem bilimin nesnesi ve hem de diğer bilimlere has yöntemlerin konusu olan insan, böylece yalıtılmış halde kalır ve insanı doğadaki bir sınıfa ve bir takıma bağlayan nesep, kesinlikle bir intisap olarak anlaşılmaz. Tersine, antropolojizm insanı hayvanla, kültürü doğayla olan karşıtlığı üzerinden tanımlar. Düzenin ve özgürlüğün sentezi olan insani güçlerin karşısında hem doğal kargaşalar hem de kör içgüdüsel mekanizmalar yer alır; örgütlenme harikası olan insan toplumu, sürülerin, yığınların ve güruhların toplaşmasından farklı oluşu üzerinden tanımlanır.”
Edgar Morin, İnsanın Doğası
Umuyor, bekliyor ve şimdinin mesuliyetinden kaçarak kendimizi bir muştu ile avutuyoruz. Hâlbuki durup düşünse insan, şu acı gerçekle karşılaşacak: Şimdi ve burada’nın hakkını vermeyen, muştusuna kavuştuğunda da umduğu saadeti elde edemez.
Eşik eşik ertelediğimiz ve her istasyonda gelmesini umut ettiğimiz mutluluk belki de bize gelecek olan bir armağan değil; inşa etmek zorunda olduğumuz ve bizim kendisini seçeceğimiz bir tercihtir. Gelen değil, gidilen; tevarüs eden değil, emekle var edilen bir olgudur. Hatta belki de bir netice değil bu bilgeliğin süreğen halidir mutluluk. Bir adım daha cesaret ederek kendisini tercih etmek zorunda olduğumuz bir ödevdir bile diyebiliriz onun için.
Bütün dinler ve iddiası olan bütün oluşumlar, nihai kertede insana mutluluğu vaat ederler. Bu varoluşsal bir tatmin ve ikna oluşturur pek çok zihinde. Yani varoluş karşısında, bütün bunların anlamı nedir ya da bütün bunlara neden muhatabım dendiğinde, bu bağlam ile cevap vermek pek çok zihinde makul ve tutarlı görülebilir. Anlam’ı mutluluğa bağlamak anlaşılabilir haldedir. Fakat burada mutluluk denilince, haz ile elde edilen doyumun anlaşılması, meseleyi bambaşka bir libasa sokacaktır. Mutluluk haz ile de elde edilebilen bir netice şeklinde de zuhur edebilir; huzur ve emekle elde edilebilen seyir halinin bizzat kendisi olarak da. İnsan kendini ikna etmede pek mahirdir. İlkinin sahici mutluluk olduğuna çok kolay karar verebilir. Zira asgari emekle azami netice elde etmek tabiat yasalarının başında gelir. Ama insan tabiat yasalarının üzerinde hem tasarruf ve takdir kabiliyetini haiz hem de bu kabiliyetinden kaynaklı emanet bilinciyle bu yasaları muhafazadan mesuldür. Dolayısıyla en ilkel tarafı olan beşerî/biyolojik içgüdüleri ile değil; onu insan kılan tercih yeteneği ile yol yürür, yürümelidir. İçgüdülerinin farkındadır, onları reddetmez ve yok saymaz. İçgüdülerinin çeldiriciliğine ve gücüne vakıftır. Dolayısıyla onları dizginlemeli, budamalı ve onlara karşı gerekli tedbirleri almalıdır. Beşerî tarafıyla hazzı doyurmanın peşine düşmemelidir. Emeğin kutsiyetine inanmalı ve emeğin genellikle haz vermese de huzurun temel şartı olduğunu bilmelidir.
Zaman ertelenebilir değildir. Ertelenen bizzat emanet edilmiş ömürdür. Ertelediği istasyonun son durak olmadığını bile isteye ertelemeye devam eder insan, mesuliyetini ve dolayısıyla mutluluğunu. Gerçekten (!) yaşayacak halde değildir. Hele şu okul bir bitsin, hele bir meslek sahibi olayım, şu telaşeyi bir atlatayım, şu dersten bir geçeyim… Ertelenen yaşamın kendisidir. Yüzeysel bir haz ve belki ertelenen zamana kadar yalancı bir dinginlik… Sonra daha sert bir duvardır karşılaşılan yeni istasyon. Bir de ödevin aksatılmasından kaynaklı özsaygı azalması eklenince, ortadaki manzara hiç de iç açıcı olmayacaktır. Bu bağlamda ölüm vaktinin belirsizliği nimeti, bizi diri tutabilecek bir haldeyken bir yönüyle de tembelliğin mazereti de olabilir. Anın vacibini ihmal etmeyenler ömürlerini dolayısıyla kendilerini ıskalamaz ve ertelemezler. Âdete dönmemiş, bireysel kulluğun tezahürü ameliyeler, insanı asıl gündeme davet ederek ihmale izin vermezler. Bu yönüyle hususi bir ehemmiyete sahiptir ibadetler.
Elinde olmayandan övünemeyeceği gibi ondan hesaba da çekilmeyecektir Âdem. Bu övünce asabiye dendiği malumdur. Bununla yerinmesi de insanın izzeti itibariyle caiz olmayacaktır. O halde kudretimizi elimizde olanların tanzimine yöneltmeliyiz. Elimizde olanlar üzerinden bir ünsiyet kesbetmeliyiz. Üstteki cesaretin devamı olarak; emek ile huzurun saadetini var kılmaya mecburuz. Bu bizim kulluğumuzun amacı değil midir zaten? Tembellik neticesi ümitsizliğe, kayıtsızlığa, boşvermişliğe alan oluşturamayız. Bu iman olgusu ile çelişen bir durum olur. İman demek imkân demekse ve insan, Allah’ın muhatap aldığı ise elinin erdiği her alanda kulluğunun amacına mebni bir hal ile hâllenmelidir.
Bir teselli ya da temenni sadedinde kullandığımız bir kalıp var. Aynı zamanda bir açıklama: Nasip! Nasip deyince hemen tasdik edilir kişi. Evet, olan nasiptir. Nasipten öte yol yoktur. Nasibinde varsa bir şekilde o seni bulur… gibi. Buna benzer pek çok kabul ile nasibi bir yerlere konumlandırırız. Hâlbuki nasip pekâlâ tâbi olma hali olarak da anlaşılabilir, bu şekilde de okunabilir. O halde hem mutluluğu bir tercih olarak okuyup emeği ve iradenin faalliğini hem de tâbi ve teslim olmayı nasıl uyumlu hale getireceğiz?
Vuku bulan her durum, şart ve eylemi hayra dönüştürmek; insanın, özelde müminin şaşılacak bir becerisidir. Ya şükreder ya da sabreder. Her durum merhem, her durum cennet azığıdır. Elbette aynı izah simetrisi için de mümkündür. Her teması şerre dönüştürmek de mümkündür. Her durumu mu, evet öyle. Mesela bir kulluk eylemi olan namaz ibadeti bazılarının veyl’e uğramasına sebep olabilir, şayet namazlarından gafil iseler. İşte bahsedilen tâbi olmak, karşılaşılan halin varlığını kabullenmeyi, dolayısıyla şimdi ve burada’nın ödevine kolları sıvamayı kastederken; mutluluğun tercihi ise bu hali hayra çevirme potansiyeline ve bunun eyleme dökülmesi takdirine karşılık gelmektedir. Böylece ortaya bir tenakuz değil bir uyumluluk çıkacaktır.
Başımıza her ne geliyorsa kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzündendir. Bu ilkeyi de şöyle anlayabilir miyiz; vukuat karşısında duyumsadığımız algı yani vukuatın bizdeki yansıması bizim elimizdedir? Zira duyumsayan biziz. Vakıayı yorumlayan biziz. Potansiyelimizi tasarlayabilir ve neyi, nereye, hangi dozda ve ne zaman ilave edeceğimizi bilebiliriz, bilmeliyiz. Bilme çabasının kendisi bile bir seviye ve bir bilgelik değil midir zaten? O halde bize ne oldu değil; bana düşen nedir, diye sorduğumuzda mutluluğa karar vermiş oluruz. Çünkü ilk soru itham edip mazerete zemin oluştururken; ikinci soru yaşıyor olmanın ve hesap verebilme şuurunun ispatı olacaktır.
Yorum gönder