Talepleri ile İman
Yazar: Mustafa Eser
Yaratan ile yaratılanlar arasında karşılıklı ve elbette dikey yönde bir seyir vardır. Allah’tan kullara olan seyrin adı uluhiyet; kullardan Allah’a olan seyrin adı ise ubudiyettir. İlkinde bir arıza, ihmal ve inkıtanın olması itikadımızca söz konusu olamazken; ikincisinde farklı sebeplerden kaynaklı pek çok nakısa mümkün haldedir.
“Hiç şüphesiz burada bir varlık bulunmaktadır ve her varlık ya zorunlu ya da mümkündür. Eğer o varlık zorunlu ise o zorunlunun varlığı doğru olmuş olur ki zaten hedeflenen de buydu. Eğer o varlık mümkün ise mümkünün varlığının nihayetinde zorunlu bir varlığa dayandığını açıklarız.”
İbn Sînâ el-Mebde’ ve’l-meâd
İman olgusu hem bir netice hem de bir seyir halidir. Neticedir; çünkü iman yani en yalın haliyle güvenme ancak belli merhaleler sonrasında zuhur eder. Seyirdir; çünkü iman ettim denilerek geçmiş zamana mahkûm edilmesi mümkün olmayan bir halin belki de döngüsel çabası ile varlığı devam edendir. İman etme, bir haldir. Kuşatan, tesir eden ve duruma göre libas değiştiren bir hâl. Mesela şükür makamındaki bir kimsenin imanı ile nedamet makamındaki bir kimsenin imanı aynı surette tezahür etmeyecektir.
Yaratan ile yaratılanlar arasında karşılıklı ve elbette dikey yönde bir seyir vardır. Allah’tan kullara olan seyrin adı uluhiyet; kullardan Allah’a olan seyrin adı ise ubudiyettir. İlkinde bir arıza, ihmal ve inkıtanın olması itikadımızca söz konusu olamazken; ikincisinde farklı sebeplerden kaynaklı pek çok nakısa mümkün haldedir. Ubudiyet yani kulluk, iman edişin tezahürüdür ve bunun zirvesi tevhiddir. İbadeti de kapsayan kulluk, ömürlük bir uğraşıdır. Tevhid’in eşya ile olan irtibata yansıması ise adalettir. Ancak muvahhit olan adil olabilir, diyebiliriz. Bugün modern dünyada din mahpus edilesi bir kenar süsü mesabesindedir. Olması iyi olabilir, olmaması ise pek de sorun teşkil etmeyen bir ilkeler toplamıdır. Dini ibadetle hudutlandıran ve ibadetleri de belli mekânlara ve zamanlara mahkûm eden anlayışa göre din, sakinleştirici tesiri sebebiyle kullanışlı bir enstrümandır. Hâlbuki İslam akaidinde din, kulluğu mecbur kılar. Allah, kulluk üzerinden bize mutluluğu vaat eder. Kulluk, imanın hayatın tamamında söz sahibi olması durumudur. İman; beslenmesi, tazelenmesi ve arındırılması gereken kısacası hususi teyakkuzu mecbur kılan bir kalkandır.
İmanı korunması ve muhafaza edilmesi gereken bir gerçeklik olarak gördüğünüzde onun kırılganlığını ve zayıflığını da kabul etmiş olursunuz. Hâlbuki iman korunması gereken değil bilakis hayat bulduğu zemin olan insanı ve haliyle onun kabiliyetlerini ve katmanlarını koruyabilecek bir mahfaza olmalı değil midir? İmanın korunması, bir yönüyle güçlenmesi için ilim ve amelle beslenmesini bir yönüyle de nazari olarak dayanaklarının her türlü tazyike karşı dirayetini artırmayı ifade eder. İman varlığının gayesine matuf, bulunduğu hayatın korunmasına değil; bulunduğu hayatı korumaya ayarlıdır. Bunu da pek çok cepheden güçlenerek uygulayabilir. Bunların başında da işin doğası gereği varoluşsal sancılara hem tatmin edici hem de ikna edici hem de teşvik edici ve hatta tahrik edici yegâne çözüm/ler üretebilme kudreti gelir. Ardından bu çözümlerin gücünün hayatı tertiplemesi mecburiyeti gelir. Çünkü sancının devası üretilen neticenin tatbikindedir. Hiçbir susuz suyu seyretmek için suya meyletmez ve ulaşmak için çaba sarf etmez. Susuzun gayesi ve susuzluğunun gitmesi ancak suyu içmektir. O halde; iman üretendir, müdahildir ve müddeidir.
İman, eylem üretebildiği yani hayatta muktedir olduğu ölçüde imandır. Değilse yok hükmündedir. Eylem ortaya bir çıktı koyamama mahcubiyetidir bazen; bazen ise bir şehri fethetme cehdidir. Ömürlük bir alışkanlığı, Rabb razı olsun diye elinin tersiyle itip atıvermektir bazen; bazen de o eylem için ömre sirayet eden bir utançla hayata devam etmektir. İmanın varlığının ispatının bu farklı tezahürleri yüzlerce yıl tartışılmış ve pek çok sağlam temellendirme ve bağlamla izahlar serdedilmiştir. Taraf tutma da tarafları dinleyip kanaat belirtmemek de saygıyı hak eder.
İman son derece özel bir kesbiyettir. Bu veçhesi dolayısıyla bazılarınca taklidi mümkün ve caiz görülmemiştir. İman aynı zamanda öyle birleştirici bir evrensel güçtür ki pek çok mümin imanın ortak paydalığından cesaretle ve bu imanın getirdiği mesuliyetle aynılaşmak; yani bir bedenin uzuvları gibi olmak üzere gayrete düşerler. Çünkü inandıkları hakikat bu farziyeti onlara telkin eder; vahdet. O halde muvahhit aynı zamanda vahdet ehli olmalıdır. İmanın mahdut bir titizlikle elde edilebilme uğraşının bireyselliği; onun kalbi ve akli mayası için elzemken iman ortak paydasının birleştiriciliği ve aynılaştırması da can bulması ve süreğen hale gelebilmesi için elzemdir. İlki son derece özel ve aktarılamaz haldeyken ikincisi ilkinin anlam ve yaşam alanı için kamusaldır ve öğretilebilir haldedir. Tenakuz gibi görünen bu tezahürler imanın birbirinden ayrılamaz veçheleridir.
İman, anlam haritasında en başta emniyeti yani güvenmeyi karşılar. Bu güven ancak ihlâsla yani samimiyetle anlamlı olur. Güven hem ubudiyetin bel kemiğidir hem de uluhiyetin talebidir: Allah kendisine güvenilsin ister ve kuluna güvenir. İmanın böyle azami gayret talebi, kendisini var kılmak değil bulunduğu bünyeyi salaha erdirmektir. Dolayısıyla güven pek çok durumda olduğu üzere cevher ve araz uyumunu talep eder. Mürailiği asla kabul etmez.
İmanın beslenmesi ve hayatı tertip etmesine kulluk denir. Kulluk, imanın çok yönlü canlılığıdır. İtikadî ikiyüzlülük olan münafıklık çok yoğun bir uğraşı ile mümkün olur. Belki de bu yüzden aleni küfürden zelil kabul edilir. Nifak ehli hem varlığı ile çatışma halindedir hem de bu çatışmayı görünürde gizleme çabasındadır. Haliyle bu kişilik bölünmesi insana çok ciddi bedeller ödetir. Çünkü bu seyir, pek çok hesabı bünyesinde derc ettiği için çıkarcı ve kurnaz hem de bu hali örtbas ettiği için yalancı ve hilecidir.
Münafıklık bazen kıvamını artırır ve kişi kendine bile münafık olur. Bu zannediyorum münafıklığın çok yaygın ve bir o kadar da tehlikeli halidir. Kişi nifakını kendinden bile saklayacak kadar savrulmuş haldedir. Kişinin iman durumunu kendinden bile saklayacak kadar savrulmasının sebebi kendisini kaybetmiş olmasıdır belki de. Kaybediş hatta kaçış. Hâlbuki kendimizden kaçmayı bırakıp, kendimize yeteri kadar vakit ayırarak, bizi kerem sahibi Rabbimize karşı neyin nankör kıldığını sorsak, zannediyorum yolumuz da yolculuğumuz da bambaşka bir vakıaya dönüşecektir.
Yorum gönder