Ötekinin Bizliği

Ötekinin Bizliği

Yazar: Mustafa Eser

Salaha ulaşmak ve ulaştırmak, var olan düzeni bozmamak, fıtratın ve hilkatin duru akışını takip etmek ve bütün varlığa emanet nazarı ile bakıp kendimizi de varlık âleminin ahenkli bir parçası olarak konumlandırmak, amaçların belki de en muteber olanıdır.

 “Neoliberal üretim ilişkisi tarafından desteklenen

ve sömürülen güçlendirilmiş ego, ötekinden

 giderek daha da uzaklaşır. Çoğalmış ego, ötekinin sesine tamamen

 duyarsızdır. Kendiyle ilişkisinin narsistik aşırı yüklenmesi,

 bizi ötekine karşı tamamen kör sağır kılar.” 

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak 

Ben idrakinin oluşması için bir ötekine ihtiyaç duyulur. Sınır çizebilmek için sınırın içi kadar sınırın dışında kalan da mühimdir. Ben nerede başlar ve ben’in sınırları nerede biter? Öteki, tek düze midir? Her öteki ben’e eşit mesafede midir? Öteki, ben’e dâhil edilemez ama biz’e dâhil edilebilir mi? Mutlak öteki var mıdır?

Öbür taraf, ön, buradan uzak olan gibi anlamlara gelen “öte” sözcüğünden türer öteki kelimesi. Öteberi, günöte, ötelemek de aynı kökten türeyen kelimelerdir. Esasında öte kelimesi de öt kelimesinden türer. Öt ise “1. öteye ve öbür yana geçmek, 2. ses duyurmak, meram anlatmak, 3. borçlanmak, hak geçmek, fiilinden evrilmiştir.” Meramını, meselesini anlatmak için yanından yöresinden belki de kendinden; yani belki de konfor alanından uzaklaşarak, öbür tarafa geçmek anlamına gelen, öt kelime kökünden türeyen öteki, yalnızca ben ile dolu bir hayatın içinde her daim ertelenebilir, değersizleştirilebilir ve hatta yok sayılabilir haldedir. Erdemli, anlamlı ve amaçlı bir hayat için öteki olmalıdır. Çünkü nezaket, zarafet, sanat, empati, merhamet ve benzeri pek çok muteber fenomen ancak öteki varsa var olabilir.

Akıl yürütme ve çıkarım yapma yöntemlerinden birisi olan kıyaslama usulünde de ötekine ihtiyaç duyulur. Zira ne ile neyin kıyaslanacağı en az iki var ile gerçekleşebilecektir. Bu kıyaslama var olanların nicel ve nitel değerlerini belirlemek için olduğunda verimli bir yöntemdir. Ama her yöntemde olduğu üzere bu yöntemde de çeşitli savrulmalar oluşması her an mümkündür. Kıyasa nesne olan şeyleri hem tefrik etmek hem de ortak noktalarını belirlemek gibi beklenilen çıktılara ulaşmak için kıyaslanan şeylere makul bir mesafeden-zamandan-yerden bakılmalıdır. Kısacası o makul yer, kelimenin içerdiği her anlamıyla makul olmalıdır. Bazen, hatta çoğunlukla kıyaslananlardan birisi kıyaslayan olabilir. Özne ile nesnenin kesiştiği her durumda olduğu gibi burada da elde edilecek neticeler pek sağlıklı olmayacaktır. Kıyasa konu olan şey kıyası yapan olunca haliyle kendini öznel yargılardan sıyırarak, ölçüp tartabilmenin zorluğu neticenin sıhhatine kuşku düşürecektir. Ama kıyası yapıp akıl yürüten için de bütün bu zorluklarına rağmen kendini fehmedip bir yere oturtabilmesi yine elbette öteki ile olacaktır. Öteki, bu alanda da varlığını, bütün sirayet kabiliyeti ile sürdürecektir.

Modern oyuncaklardan en yaygını olan cep telefonunun ön kameraları ile insanlar kendilerinin (suretlerinin, bedenlerinin, görünür taraflarının?) fotoğraflarını çekiyorlar. Selfie çılgınlığının özünde kişinin kendini sevmesinden ziyade sanki yalnız bıraktığı narsist benliğinin mecbur kaldığı bir var olma mücadelesi var. Ötekini hayatından olabildiğince uzaklaştırıp hep aynı olanlarla birlikte olma tutulması öyle bir noktaya gelmiştir ki, bu benlikte artık yalnızca onu onaylayanlardan oluşan bir dünyası vardır. Herkes aynıdır. Hayat, onay ve aynalamadan ibarettir onun için. İşte bu hayatta, kendi olarak kabul ettiği suretini göstererek, varlığını aynılardan güya sıyırıp ortaya koymaya çalışır. Ama onu likelayanlar da hep aynı olduğundan ortaya ötekinin yokluğundan kaynaklı bir patinaj çıkar.

Öteki, ben idraki için elzem haldedir. Ben diyebilmem için ben, benin farkında olmalıyım. İdrakimde neler bene dâhildir ve nereden itibaren öteki başlar. İnsanın sirayetinin ve ünsiyetinin kaçınılmazlığı kabulüyle, bu ve benzeri suallere layıkıyla cevap verebilmek pek müşkildir. Bir de bu soruların muradı nedir? Bu sorulara cevap vermek hangi yaraya merhem olacaktır? Merhem mi olacaktır yoksa sancıyı katmerleyecek midir?

İslam, hayat akışının içinde, nerede durulacağı ile ilgili muazzam bir yol vazeder bizlere. İnsanın, varlık âlemindeki konumunu hep aklında tutmasıyla mekânımızı, imkânımızı dolayısıyla mesuliyetimizi kavileştiririz. Biz, bizden ne beklemekteyiz? Bize düşen, yakışan nedir? Biz, ne eylediğimizde, nerede konumlandığımızda kendimizi anlamlı buluruz? İslam öğretisinde; akıl, idrak, şuur ve mizaç sahibi bizler, sahip olduğumuz bu meziyetler dolayısıyla hem benden hem de bene yakından uzağa kadar bütün ötekilerden mesul haldeyizdir. Salaha ulaşmak ve ulaştırmak, var olan düzeni bozmamak, fıtratın ve hilkatin duru akışını takip etmek ve bütün varlığa emanet nazarı ile bakıp kendimizi de varlık âleminin ahenkli bir parçası olarak konumlandırmak, amaçların belki de en muteber olanıdır.

Varlık hiyerarşisinin her bir katmanındaki var olan birer ötekidir, evet. Ama bu öteki, bana temas etmeyen, beni ilgilendirmeyen ve beni etkilemeyen anlamında değildir. Bana en yakınından bana en uzak olanına kadar bütün varlıkla bir irtibatım vardır. Kimileri ile çok ve yakın, kimileri ile az ve uzak. İrtibatımın pek çok varyasyonu vardır. Ve ben bu irtibatta irtibatın ben kısmına bakarak anlamı inşa etmeye başladığımdan, bir yönüyle ben merkezli olmak zorunda kalabilirim. Bu mesuliyetin birinci adımıdır. Bir de irtibatın öteki ayağını hesap etme derecesi vardır ki, bu uzun bir işçilik neticesinde kesbedilecek bir meziyettir.

Musa (a.s.), günahlarının affını talep ederken tıpkı Efendimiz (s.a.v)’in ve diğer nebilerin yaptığı gibi bağışlanma talebine önce kendinden başlıyordu. Bu bize bağışlanma talebi gibi temel kulluk vecibelerinde bene karşı mesuliyetimizin inceliğini anlatır. Acil durumlarda oksijen maskesini önce kendimize ardından başkalarına takma kuralına bakarak kastımızı anlatabilirim belki. Zira iyi edebilmem için iyi olmak durumundayım. Güzel görebilmek için güzel bakabilecek donanımda olmalıyım. Hakkı ve sabrı tavsiye edebilmek için hakkı ve sabrı bütün varlığımla deneyimleyebilmeliyim. İkram edebilmek için ikram edebilecek bir ben sahibi olmalıyım. Bütün bu nitelikler için ise ötekine mecburum. Buradan bakıldığında ben ve öteki diyalektiği sarmal ve döngüsel bir ilişkiyle var oluyorlar.

Mü’minler kardeştir, beyanından ben birkaç anlam çıkarabiliyorum. Birincisi, kardeşlik denen ünsiyet şekli ancak müminler için mümkündür. İkincisi, Mü’minler kardeş olmakla mükelleftirler. Üçüncüsü ise Mü’minlerden başkası kardeş olamazlar. Ben, bana itikaden en yakın kişi ile kardeşim. Bu ikimizi aynı yapmaz. Bu öteki olmaklığımıza halel getirmez. Zira ben ve o olmadan kardeşlik olmaz. Ama bir o kadar da kardeşlik ortak paydası bizi bize yaklaştırır. Farklılığı, ayrışma ya da düşmanlık sebebi değil; tanışma, bilişme ve anlaşma vesilesi kılar. Bir de kardeşlik bir mesuliyet doğurur. Tıpkı bir vücudun uzuvları gibi, tıpkı bir duvarın kaynatılmış tuğlaları gibi bir mesuliyet. Farklı ama aynı yöne bakan. Farklı ama aynı amaç ile amaçlanmış, farklı ama aynı dertten mustarip…

İtikat ortak paydasını bırakın, bize en uzak öteki olanlarla bile her an kardeş olunacak gibi bakmak öğretildi inananlara. Öteki her an bize dâhil edilebilir haldedir. Hatta öteki bize dâhil edilsin diye koşuşturmak kulluğun en itibarlı hali değil midir? Nübüvvet kurumu bu amacı merkeze koymamış mıdır? Bu kuşatıcılığın ihtişamına hayran olurken bir de inancımız tarafından, varlığın diğer boyutlarındaki paydaşlarımıza/ uzak ötekine olan mesuliyetimiz vaz edilince; beni ferasetle kuşatmanın, bir işi bitirince diğer işe sarılmanın ve her daim kendini kınayanlardan olmanın ehemmiyeti bir kez daha ve bir kez daha tazeleniyor.

Yorum gönder